8 Mart 2010 Pazartesi

KAPALIÇARŞI ; İSTANBUL'UN EN ESKİ ALIŞVERİŞ MERKEZİ



BİR KIŞ GÜNÜ DEĞİŞİKLİĞİ




Kış ortasında bir gün, sabah uyandınız, yataktan kalkıp perdeleri açtınız... Amaaaan karanlık, kasvetli bir gökyüzü; puslu, yağmurlu bir hava ki öyle böyle değil, bir gaflet camı araladınız, açmanızla kapamanız bir oldu, kış almış yürümüş, ağaçlardaki son birkaç yaprakta bugüne dek direndiyseler de artık, bugün düşecekler besbelli.
İçiniz sıkıldı, bir şeyler yapmalı günü aydınlatacak ama ne?
Alışveriş böyle havaların ilacı evet de hep Akmerkez, Metrocity... Bıktınız değil mi? Değişik bir şeyler yapsak? Misal Kapalıçarşı, olur mu acaba? Hem de ala olur...

....

Böyle insanı karabasan gibi saran günlerde hele de, daha bahara bile çok varsa ben, gönlümü ve nefesimi açmak için Kapalıçarşı’ya giderim.
Beyazıt’tan aşağıya Eminönü’ne doğru öylece uzanır Kapalıçarşı, haşmetli görünümüne rağmen alçakgönüllü ve dingin bir halde. Sanki kökleriyle sımsıkı toprağa tutunup kollarını gelişigüzel uzatmış bir çınar gibi asırlardır sessizce içinde olup bitene bakar. İnsanlar ve eşyalar o damar gibi kollardan bir aşağı bir yukarı gider gelir....

ÇARŞININ AYDINLIK SICAK VE RENGARENK HALİ

Dışarının gri, puslu kasvetini arkamda bırakarak aydınlık, sıcak, renkli ve hareketli bir kalabalığın içine, kendimi o harekete bırakarak giriyorum Fesçiler kapısından. Kubbeli tavanlardan aksedip gelen enerjiyi hemen alıp yavaş yavaş keyiflenerek hiç acele etmeden ağır ağır tadını çıkararak, başlıyorum dolaşmaya. Üniversitede öğrenciyken de çok severdim burayı ve o zamanlar adını koyamadığım tuhaf bir huzur duygusuyla içimi arıtan diğer tarihi mekanları, ama o yıllarda bu denli rahat edemez satıcıların ısrarcı ve gereğinden fazla samimi tavırlarından çok fazla zaman geçiremezdim,.Belki artık okullu genç bir kız olmadığımdan belki de enerjimi çarşı enerjisiyle barıştırdığımdan artık böyle hadiseler başıma gelmiyor.

Bugün, o dönemlerde hissettiğim duygunun, buraların bana zamansızlık hissi vermesi olduğunu biliyorum. Hayatın hep devam ettiğini değişenin sadece isimler, çehreler olduğunu sadece o ana has bir tevekkülle hissetmeyi seviyorum. Vakti zamanında, bir Ermeni sarrafın, sağ gözünün ucuna sıkıştırdığı büyüteciyle gözleri parlayarak incelediği elmasın değerini bugün oğlu anlamaya çalışıyor, Yahudi bir tüccar dedesinden öğrendiği ve tabi kaçınılmaz biçimde genlerinde olduğunu düşündüğüm ticaret yeteneğiyle sıkı bir antika pazarlığı yaparken bir sonraki nesilden biri dikkatle işin sırrını öğrenmeye çalışıyor. Yaşam ve hareket baki kalırken nesiller gelip nesiller geçiyor.

DÜKKAN ÖNLERİNDEKİ ATIŞMALAR VE TAVLA PARTİLERİ

Göz kamaştıran kuyumcu dükkânlarındaki altın! sarısı pırıltılar düşüncelerimi dağıtıyor. Dükkanların önlerinde takım elbiselerine uygun, akşam daha Kapalıçarşı’nın herhangi bir kapısından çıkmadan uflayarak çıkaracakları kravatlarıyla bir takım satıcılar, menzillerine giren ve alıcı gözüyle gördükleri insanlardan boş buldukları anlarda hep yaptıkları üzere birbirlerine takılıyor.
Ara sokaklarda bu boşluk anları dükkan önlerinde atılan tavla partileriyle şenlenecek.
İki yanlı dizilmiş dericilerin küçüklü büyüklü rengarenk deri kıyafetler giymiş donuk suratlı vitrin mankenlerinin teşhire yetmediği diğer modeller duvar boyunca birbirlerinin yakalarından asılmış renk ve biçimlerini sergiliyor.

Her bir taraftan bir başka dilde konuşmalar kulağımda, aşağıya doğru devam edip bu minyatür şehrin arka sokaklarına sapıyorum. Fetihten hemen sonra Ayasofya Cami'sine gelir sağlamak amacıyla Fatih tarafından yaptırılan İki taş bedesten -Sandal ve Cevahir Bedestenleri – çarşının çekirdeğini oluşturmuş.
Bunlara müteakip yapılan ilavelerle bugünkü halini almış olan çarşının gibi yangın ve depremlerden nasibini almış olan sokakları, o dönemde; “ Fesçiler, Serpuşçular, Tuğcular, Feraceciler, Perdahçılar, Terlikçiler, Kuyumcular, Aynacılar, Kalpakçılar "gibi mesleklere göre isim almış... Günümüzde birçok meslek yok ancak sokak isimleri aynı ile vaki. Şimdi bu sokaklarda desenlerinde nice hikayeler saklı halı ve kilimlerin sergilendiği halıcılar, çeşit çeşit nazarlıklar, kesme bardaklı çay takımları, çinili porselenler, irili ufaklı darbuka, ney yahut saz satan hediyelik eşya dükkanları; antikacılar var.

AĞAÇLARIN GÖZYAŞLARI; KEHRİBARLAR

Antika dükkanlarının girişinde tepeden sarkan rengarenk lambalar çarşının havasını iyice esrarlı hale getiriyor, Bedestene girerken aklıma çöl kumlarının rengini taşıyan gizemi içinde saklı kehribar taşıyla tanışmam geliyor, onlar ki ağaçların gözyaşları, içlerinde bin yıllık fosilleri saklayanları yurtdışında müzelerde sergileniyor. Uzun uzun dolanıyorum, aynı yerden her zaman olduğu gibi unutup defalarca geçe geçe, o kadar güzel ki her defasında bir başka obje takılıyor gözüme...
" Ben saydım ağabey dördüncüdür geçiyor bu hanım" diyen tezgâhtarın yüzüne gülümseyerek bakıp ilk tesadüf eden kapıdan çıkıyorum. Akşam ezanı okunurken hareket daha da hızlanıyor, ben de çarşı kapanmadan evvel bir keyif kahvesi içmek üzere şark kahvesine doğru adımlarımı hızlandırıyorum.

GÖLGE OYUNU GİBİDİR HAYATIMIZ

Şark Kahvesi’nin dışındaki ama çarşının tam içindeki masalardan birine oturup şekerli bir kahve söyleyerek gelen geçen insanları seyre dalıyorum... Kasketini yana yatırmış yüzünde yaşadığı hayatın haritası çizgileriyle emekli bir amca yorgun adımlarla önümden geçiyor, tam onun karşısından çeyiz tamamlamak üzere Mahmutpaşa’dan gelip hızını alamayarak kendilerini çarşıda buldukları her hallerinden belli bir grup kadın ve elbette yine 72 milletten insan.
Tam karşımdaki bir sütunun üzerindeki beyaz bir patiskanın üzerine tutturulmuş Karagöz Hacivat ve arkadaşları beni çocukluğuma götürüyor. Evet, zamanın içinde yaşam ve hareket hep baki, biz ise sadece gelip geçiyoruz. Aslolan yolculuğu hakkını vererek tamamlayabilmek.

Kahvemin son yudumunu içip ağzımda kalan telveleri çiğnerken, çinili Kütahya desenli fincanımı fala kapatıyorum. Ters dönmüş fincanın üzerindeki kehribar taşlı gümüş yüzüğüm fincanın soğuturken, sigaramın dumanını belirsiz geleceğime doğru üflüyorum.