26 Şubat 2010 Cuma

ŞİLE VE YAZ



Herkesin bir mevsimi vardır.
O mevsim gelene dek geçen zaman içerisinde olmuş küçük büyük tüm kötü hadiselerden mürekkep yaraları iyileştiren, acıları azaltan, ruhumuzda oluşmuş yırtıkları, sökükleri onaran, güzel bir mevsim.

Bende bu mevsim hiç değişmez, kesinkes ve hep, Yaz’dır.

Kişisel olarak yaşadığım ve top yekûn yaşanılan tüm olumsuzlukları yavaş yavaş unutturan, sıcak esintili akşamlarında insanı kollarında avutan, tüm bir kış boyu hasretle beklediğim Yaz, bu sene İstanbul’a hiç gelmediği kadar güzel geldi, her ne kadar arkasında küresel ısınma ve kuraklık endişesini taşısa da.

Böyle güzel bir Yaz’ı da ona yaraşır biçimde değerlendirmeye ahdettim ben de ne yapayım ve İstanbul’a en yakın sayfiyeleri dolaşmaya başladım; Şile’deyim bugün.

ŞİLEBEZİ ENTARİLER GİBİ SERİN VE TİRİL TİRİL

Şile, adını andığımızda ilk aklımıza gelen şey olan şilebezi entariler gibi serin ve tiril tiril güzel bir sahil kasabası benim gözümde. Yunanca bir kelime olan şilenin anlamı yaban çiçeği. Bu güzel kasaba da adını bir bitki türü olan mercanköşkten almış. Tarihi çok eskilere, ta MÖ. 7. yüzyıla dek uzanıyor Şile’nin. Miletli denizciler tarafından kurulmuş ve o günden bugüne çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmış bir yer burası. Yüzyıllar boyunca verimli toprakları ve güzelliğiyle Lidya, Pers, Galat, Roma, Selçuklu, Latin, Bizans, ve Osmanlı gibi toplumları da her daim kendine çekmiş. Buraya ilk yerleşenlerin Bthynler olması nedeniyle Anadolu uygarlıkları içinde Bthynia da denilen Şile’nin uzun ve güzel kumsallı elverişli sahili, bugün Akdeniz ve Ege kıyılarını kıskandıracak kadar güzel oteller, moteller ve tatil köyleri ile çevrili vaziyette İstanbul’un hengâmesinden bunalan herkese sakin ve huzurlu bir kaçamak vaat ediyor.

BİR NEV-İ ARINMA MERASİMİ

Sadece denize girmek ve yazın tadını çıkarmakla yetinmeyen keşifperestler için gezilecek pek çok yeri var; Sofular Köyü yakınındaki Meşrutiyet Mağaraları, Şile-İstanbul yolundaki dağ kalesi, Şile Liman yolundaki kilise kalıntıları, Yeniköy"deki Rum Kilisesi gibi. Ben Sofular Köyü yakınındaki Meşrutiyet Mağaralarından başlıyorum. Bu mağaralar ve civardaki Rum Kilisesi bir dönem define avcılarının uğrak yeri olarak epeyce yağmalanmış maalesef. Şile’de bundan başka yaklaşık 15–16 civarında mağara daha var. Bu mağaralardan bir kısmı Doğu Roma İmparatorluğu zamanında ilk inanan Hıristiyan halkın doğal korunakları olmuş.

Bu yaz sıcağında hepsini gezmek hayli serinletici olabilirdi ama bunu işin ehillerine bırakıp, Şilenin meşhur fenerini, ağlayan kayasını, küçük adacıkta yer alan kalesini biraz dolaşıp, serinlemek için benim namıma en ideal yöntem olan denize girmeyi seçiyorum ve kıyıda güzel bir mekân aramaya başlıyorum.

Aslında yüzmek benim için serinlemekten çok daha büyük anlamlar taşıyor, adeta kutsal bir eylem, bir nev-i arınma merasimi, hele de sevdiğim bir denizde yüzersem. Fazla kalabalık olmayan, tenhalığı da can sıkıntısı yaratmayacak gibi duran orta halli bir yer bulup hemen konuşlanıyorum. Bu defa gezim bir yüzme molası ile bölünüyor, şimdi biraz müsaadenizi istiyorum ve denize giriyorum.

İşte tüm bir kış boyu hasretle beklediğim vuslat anı… Hayat suyun içinden bir başka yerde bu kadar güzel olabilir mi Yarabbi?

YAZIN HER DERDE DEVA REHAVETİ

Bu kısa! molanın sonunda ayaklarım geri geri giderek kıyıdan ayrılıp çarşıyı ve büyük meydanı dolaşmaya gidiyorum. Etrafta alışveriş yapan, bir şeyler atıştıran ya da sadece dolaşan insanları seyrediyorum, onlar da yazın her derde deva rehavetine kendilerini kaptırmış görünüyor. Şile bezinin dayanılmaz cazibesine kapılıp birkaç parça bir şey aldıktan sonra bir kahve keyfi yapmanın tam sırasıdır diye düşünüyorum.

Güneşin kavurucu ışıkları tesirini yitiriyor yavaş yavaş ve yerini ruh arındıran bir başka şeye, hoş bir akşamüzeri meltemine bırakıyor. Bir yandan yüzmenin getirdiği hafiflik, bir yanda ılık esinti, bir elimde kahve ötekisinde cigara, keyfime diyecek olmuyor. Bu huzur hali beni keyiften adeta sarhoş ediyor. Tamamdır işte, benim için sonsuz huşu zamanı. Şimdi gönül ister ki böyle kalsın, daha bi gıdımcık ne ileri ne de geri, hiçbir hareket olmasın, zamanı ve hayatı donduralım o karede her şey öylece dursun… Hiç bozulmasın.


Fotoğraf: albay blackrose

25 Şubat 2010 Perşembe

ÜSKÜDAR



ÜSKÜDAR, KIZ KULESİ VE EFSANELER…


Aşk ölmez, bizler ölürüz. Söylencelerse hep yaşar… Aslolan da belki gerçekler değil hikâyelerdir, kim bilir?

Sevgililer günü niyetine…
Hero ile Leandros adlı iki gencin hüzünlü aşkını anlatır bu hikâye;
Hero Afrodit'in rahibelerinden bir güzeldir ve aşka yasaklıdır. Yıllar sonra Afrodit'in tapınağında yapılan bir törene katılmak için kuleden ayrılır ve kader bu ya orada Leandros ile karşılaşır. Birbirine görür görmez delicesine âşık olan iki genç, Leandros'un o gece kuleye gelmesi ile aşklarını kutsarlar. Ve bugünden sonra Kızkulesi, her gece iki gencin gizli aşkının ve yasak sevişmelerinin sessiz ve ölümsüz tanığı olur. Leandros her gece biricik Hero’su uğruna, onları acımasızca ayıran denizi aşarak kuleye, Hero’nun yaktığı ateşe doğru yüzer. Yine böyle bir gecede aşkına kavuşmak için denizin kıyısına gelen Leandros, kopan fırtınaya ve azgın dalgalara aldırmadan, hayalinde Hero’sunun gül çehresi, atılır sulara. Ancak fırtına Hero'nun yaktığı sevda ateşinin fenerini söndürünce, karanlıkta yolunu kaybeden Leandros boğazın sularına gömülür. Sevgilisinin dalgalara kapılıp kaybolduğunu gören Hero da kendini Kızkulesi'nden boğazın sularına bırakır.


Hikâye bizim için burada biter. Aşk; kavuşulmadan yaşandığı için, içine hayat dediğimiz bu acayip oluşumun türlü badireleri girmediği için, ölümsüzleşir ve efsaneye dönüşür.
Bizim günümüzde yaşadığımız hikâyeler ise, aşk olanlarından bahsediyorum, hepimizce bizzat yaşandığı, tanık olunduğu için, malumumuz, fazlaca üzerinde durmaya değmez.
Ama işte; her gece sevdiceği uğruna boğazın karanlık sularını aşmayı göze alan Leandros’un ve onun arkasından hiç düşünmeden kendini sulara bırakan Hero’nun hatırasına Üsküdar’a gidip, Kız Kulesinde, o son sahne ve fırtına ve dalgalar gözümüzde canlandırılabilir. Yaşadığımız hayatta, gerçek ve koşulsuz sevgiden umudunu kesmiş herkese tavsiye edeceğim bu ziyareti yapıyorum tahmin ettiğiniz üzere. Ve iyi geliyor mis gibi iyot kokusuyla beraber yüzüme çarpan, belki de vakti zamanında bu hikâyeye tanıklık etmiş küçük damlalar. Neden olmasın ki, zira köprülerin altından çok sular aksa da, devr-i daim eden hep aynı damlalar.


Kış ortasında yaşadığımız zamansız ama çok güzel bahar günlerinden birinde geldim Üsküdar’a. O kadar güzel bir semt ki burası; ilk bakışta göze çarpmayan fakat dikkatli bir nazarla süzülünce insanı büyüleyen bir kadın gibi endamı kendinde saklı. Bir sürü hikâyesi ile gizemli, evliyaları, erenleri ve tekkeleriyle tevekküllü bir semt.
O’nun hikâyesi de 7. yy da bir Grek kolonisi tarafından Halkeon’un ( Kadıköy )liman bölgesi olarak kurulmasıyla başlamış. O zamanlar adı Hirisopolismiş; yani Altınşehir.
Tarih boyunca önemli bir yer olmuş ama nedense hep kenarda kalmış, merkez olarak değil ama merkezi tümleyen bir aracı gibi kullanılmış ve bu payeyi hep gururla taşımış.
Doğu ülkelerinden gelen elçiler önce Üsküdar’daki bir sarayda dinlenirler, bir süre sonra Pay-i Taht’a alınırlarmış mesela.
Hatta bir rivayete göre adı Farsça “ulak” anlamına gelen “Eskudari”ten türemiş.
Anadolu’da çıkan Celali Ayaklanmalarına karşı hazırlanan Osmanlı ordusu da Üsküdar’da toplanır, buradan ayaklanma bölgesine gidermiş.
Yedi tepede başı sıkışan Osmanlı kulları soluğu, uzun saltanat kayıklarının, gecelerin karanlığına saklanıp gizlice çekilen kürekleri eşliğinde Üsküdar’da alırmış. Oradan da ver elini Anadolu.
Cumhuriyet döneminde kısa bir zaman için ayrı bir vilayet payesini kazandıysa da tekrar ilçe olması fazla zaman almamış.
Sanki bundan dolayı gönlü alınsın diye camiler, medreseler, köşkler, yalılar, saraylar, çeşmeler ve sebillerle süslenmiş her daim.


Gerçekler ile aramın bozuk olduğu bir döneme rastladığından hikâyelerle süslediğim ve bu sebeple beklide tam hakkını veremediğim bu küçük gezi yazımı bir atasözünün kaynağını anlatarak noktalayacağım;
Vakti zamanında Battal Gazi askerleri ile Kızkulesi'ne baskın yapmış, kuleye saklanan hazineleri ve Üsküdar Tekfuru'nun kızını kaçırmış. Tekfurun kızını ve hazinelerini aldıktan sonra da Üsküdar'dan atına atlayıp oradan uzaklaşmış, yani anlayacağınız “atı alan Üsküdar’ı geçmiş”.

16 Şubat 2010 Salı

TOPHANE

Geçmişi Bizans’a dek uzanan Tophane semti yüzyıllar boyu hem ticari hem de askeri açılardan çok önemli bir semt olmuş. Bugün de zücaciye başta olmak üzere pek çok alanda bir ticaret merkezi olara piyasaya ve ekonomiye yön veren bir yer. Ha! Bir de nargilecileri var ki görülmeye ve denemeye değer…

OSMANLI’NIN İLK ÜRETİM ENDÜSTRİSİ; TOPHANE-İ AMİRHANE

Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” romanında İstanbul’u gelecek güzel günler için beklemeye çağıran bir şiir vardır, şehri, hüznü ve neşesiyle olduğu gibi anlatan çok güzel bir şiir. Şairin İstanbul’a; Tophane’nin karanlık sokaklarında koyun koyuna yatan çocuklarıyla beklemesini söylediği mısra, ne zaman Tophaneden geçsem dilime dolanır.

Bugün de buradayım. Pera’nın biçare Tarlabaşı semti hariç, çehresi yavaş yavaş değişen diğer semtleri gibi, bir yandan değişim vaat ederken bir yandan da yeni rant alanı gözüyle bakılan Tophane’de. İstanbul’da bazı semtlerin yüzyıllar boyu kaderi değişmez, hep aynı kalır. Nasıl ki Galata bir devrin gemicilerinin eğlence mekânı ve bugünde yine benzeri evlerin değişmez adresi olmuşsa, Tophane de Osmanlı İmparatorluğu’nun üretim endüstrisinin ilk başladığı yerdir ve halen de bir ticaret merkezi olarak varlığını sürdürmektedir.

Ben de gezime başlangıç noktası olarak Tophane-i Amirhane’yi seçiyorum. İsmi gibi görünümünün de gizemli bir çekiciliği olan bina, fetih sonrası Osmanlı Donanması’na top dökümleri yapmak için kurulan dökümhanelerden birisi. Semt de ismini buradan alıyor zaten. Sonradan tüm Avrupa kalelerini zorlayacak Ejderhan, Balyemez, Zorbozan gibi isimlerle anılan devasa toplar burada imal edilmiş. Yukarıda da bahsettiğim gibi Tophane-i Amirane yüzyıllar boyu üretime yönelik bir endüstri kuramayan imparatorluğun ilklerinden olmuş ama ne var ki savaş endüstrisinin. Bugün artık Mimar Sinan Üniversitesi’ne bağlı bir kültür ve sanat merkezi olarak faaliyetini sürdürüyor. Ve bence bu ona daha çok yakışıyor

TOPHANE KABADAYILARI

Semtlerin isimlerinden, kaderleri ne kadar etkilenir bilmiyorum. Bir dönem ordular için en mühim savaş malzemeleri üretilen bu mekânın bir diğer şöhretinin de kabadayıları olması, olsa olsa bir tesadüftür diye düşünüyorum. Tabi her tesadüfte bir gerçek payı olduğunu göz ardı etmeyerek.

Üstelik öyle bugünkü gibi sahte değil harbi kabadayılar; yedi cihana nam salmış, her daim fesleri yana yatık, ince beyaz göyneklerinin üzerine giydikleri yelekleriyle yaz kış yaka bağır açık dolanan, illaki boyunlarından muskayı ellerinden tespihlerini eksik etmeyen mahallelerinin namus ve şerefini kollayan ve buna mukabil saygı gören kişiler. Yani hadiseyi raconuna uygun icra eden insanlar.

Bir rivayete göre İstanbul’un işgali esnasında ele geçirilemeyen tek yer Tophane imiş. Geceleri burada harp halinin o ıssız sokaklarında İngilizlerin boğazını keserlermiş. Bugünkü Boğazkesen Caddesi adını buradan alırmış meğer. Eğer gerçekse bu yazdıklarım bu işi yapanlar olsa olsa o namlı kabadayıların torunlarıdır.

FATİH’İN GEMİLERİNİN KARADAKİ GÜZERGAHI

Tophane, silah; silah, kabadayı; kabadayı, Boğazkesen derken ucuca eklenen halkalar gibi zincir çekiyorum galiba, ama Boğazkesen deyince aklıma bir başka anekdot geliyor;

Şu anda ben, tam Boğazkesen caddesinin başında duruyorum. Yani Fatih’in gemileri karadan yürüttüğü güzergâhın üzerinde. KılıçAli Paşa Cami önlerinden karaya çıkartılan kadırgalar işte tam da bu cadde boyunca taşınmış. Gel de zamanda bir yolculuğa heveslenme şimdi. Böyle kocaman kocaman Kadırgalar, bir telaş bir heyecan, ortalık zaten toz duman, dev gibi leventler tarafından sağdan soldan yağan komutlarla vira vira çekiliyor, bende bir kenarda durmuş seyrediyorum, zamanın dışından bir misafir olarak... Kadırgalar önce Galatasaray’a derken İstiklal caddesine çıkıp, Asmalımescit ve Tepebaşı üzerinden Kasımpaşa’ya iniyor. Benim zincirimin son halkası da bu oluyor.

Caddeyi arkama alıp aşağıya doğru yürüyorum. Semtin en sevdiğim yerlerinden biri de Tophane Meydanındaki 273 senelik çeşme, Her gelişimde duruşuna, işlemelerine, güzelliğine hayran olurum, ama bir yandan da o bakımsız ve perişan hali bir hüzün verir bana. Nihayet restore edildi ve artık eski ihtişamına kavuştu.

NARGİLEM DUMAN DUMAN

Çeşmeyi biraz geçince nargileciler başlıyor. Eskiden Salı Pazarı olarak anılan Amerikan Pazarındaki dükkânlar, eski köprünün yanmasından sonra birer birer oraya taşınan çayevleri ile şenlenerek bugünkü nargile bahçeleri halini aldı. Köprü kadar olmasa da kendilerine has bir demleri var hala. Hele baharda yahut sıcak yaz günlerinde yana yakıla serin bir gölge aradığımızda. Envai çeşit nargilesi ve dahi müdavimi var buranın. Boy boy nargileler, içinde kullanılan malzemeye ve aromasına göre hafif yahut ağır tercih edilebiliyor. Havanın inceden ayaza kesmiş olasına rağmen hala dışarıda olan masalarda tek tük insanlar nargile keyfi yapıyor. Aralarından geçerken burnuma çarpan kekremsi kokuları ve mangallarından tüten dumanlarıyla başımı döndürüyorlar. Gözüme kestirdiğim bir masaya ilişiyorum. Bu defa portakallı bir tane deneyeceğim. Şayet olur da denerseniz benden tavsiye yanına bir de elma çayı gibi hafif, sıcak bir içecek söyleyin, nargilenin ağızda bıraktığı hafif kuruluğa birebir geliyor.

GÜN BİTERKEN

Tophane’nin gün içindeki yoğunluğu nasıl kendine has güzelse gecesi de bir başka oluyor. Akşama doğru dolunay, etrafında haresi ve bütün cazibesiyle, Tophane’nin karanlık sokaklarındaki eski binaların sırtından yükseliyor. Gündüzün yorgunluğu yerini aheste revan akşamın rehavetine bırakıyor. Ve Tophane kendini bir sonraki iş gününe hazırlamak için dinlenmeye çekiliyor…

15 Şubat 2010 Pazartesi

POLONEZKÖY

Bir varmış, bir yokmuş…


Hayat gibi hüzün de, neşe de, acı da, sevinç de, bir varmış… bir yokmuş…
Bir sonbahar olurmuş, derken ardından kış… Sonra vakit gelir, cemreler başlarmış düşmeye bir bir ve işte mis gibi bir bahar… Yeniden doğmak, arınmak ve tazelenmek için, üzerimizdeki olanca ağırlığını hayatın, bir çırpıda silkeleyip atmak için…
Her bitişimizde yeniden, yeniden ve yeniden başlamak için…
Hoş geldin bahar…
….

İstanbul’un vurula kırıla, ezile döküle örselenen ama içerlerinde bir yerlerde, hala, her şeye rağmen baki kalan güzelliğini perdeleyen keşmekeşinden kaçıyorum bu hafta sonu. İstikamet Polonezköy… Yol boyunca, böyle çılgın ve hızlı metropol hayatı yaşamaktan en nihayetinde kendini kaybetmiş ve bu kayıp ruhu otobanda bulmaya ahdetmiş gibi anormal davranışlar içerisinde araba süren insanlarla beraber seyrediyoruz trafikte. Onları tek tek çaktırmadan sollayarak geride bırakıp, nihayet şehrin dış kapılarından birinden doğaya çıkıyorum. Buradan sonra iki yanı yemyeşil ağaçlar, küçük dereler, piknik yapan insanlar ile çevrili, uzun ince kıvrımlı yol boyunca keyifle ilerliyorum baharın içlerine doğru.

Etrafta bir huzur sessizliği.

Tekerleklerin hafif bozuk asfalt yolu kavramak için çıkardığı çıtırtılar ve daldan dala şakıyan kuş cıvıltıları duyduğum tek ses. Mümkün olduğunca telaşsız sürdüğüm arabanın açık pencerelerinden içeri ılık bir esintiyle beraber bin bir çeşit çiçeğin aromasından mürekkep mis gibi kokular giriyor. İyice gevşeyip rahatlıyorum.
Bahar ne güzel şey be kardeşim.


Polonezköy girişinde etraf biraz kalabalıklaşsa da hemen hemen gelen herkes aynı amaçla, yani doğaya yakın olmak burada bulunduğundan, civardaki hareketlilik huzur kaçırmıyor. Tam aksine; baharın en güzel renklerine bürünmüş çocuklar, onların neşelerine ortak olan anneler, hala biraz kendini kassalar da ortamdaki ferahlığa uyum sağlamaya çalışan babalar, arabaların camlarından dillerini ve kulaklarını beş karış sarkıtmış hevesli ve heyecanlı köpekler, ara yollarda kiralanmayı bekleyen geçkin atlar ve onların bakıcıları, tekmili birden seyirlik bir tablo oluşturuyor.

Polonezköy benzerini yabancı dizi ve filmlerde gördüğümüz şirin, derli toplu, temiz, özenli ve düzenli köyler gibi aynı, hatta gerçek olduğundan belki de, daha da güzel. Doğanın içinde onu bozmadan, tuğlaları üst üste yığmadan, damlarda inşaat demirleri bırakmadan, pencerelerden çamaşırlar sarkıtmadan da yaşanılabilir bir mekân yaratılabilineceğinin canlı bir kanıtı.

Köyün kuruluşu çok eski yıllara uzanıyor;
1842 yılı Ocak ayında Prens Çartoriski, Lazarist rahiplerine, İstanbul yakınlarındaki arazilerinde bir Polonya Kolonisi kurulmasını teklif eden bir mektup yazar. Rahipler teklifi kabul eder ve Prens Çartoriski, bu toprakların bir kısmını sonsuza kadar kiralayarak Osmanlı topraklarında bir Polonya tarım kolonisinin başlangıcını oluşturmuş olur. Böylece 19 Mart 1842'de koloniye dini bir törenle "Adampol" adı verilir. Bu ad, kurucu Adam Çartoriskinin adıyla Polonya'nın ilk hecesinin birleştirilmesinden oluşmuştur. Türkler ise Polonyalıların yerleştiği bu köye, Adamköy, Polonez karyesi ve son olarak, Polonezköy adını verir.
Polonezköy internet sitesinden aktardığım bu bilgiler, bu toprakların bir zamanlar İstanbul'a gelen çingenelerin konakladığı, Alemdağı'nın eteklerinde "büyülü çingene toprakları “olarak anıldığını da söylüyor. O zamanlar arazi, vahşi çalı ve dikenlerle kaplı, verimsiz ve kuru bir toprak parçası görünümündeymiş. Ama ormana yakın olması ve ortasından da bir un değirmenini çalıştırabilecek iki dağ deresinin geçmesi yerleşimi elverişli hale getirmiş.

Tarihinin ve kuruluşunun ilginç hikâyeleri bir yana, burası; günü birlik kaçışlar, hafta sonu kalışları yahut top yekûn terk edişler için bulunmaz bir mekân. Hatta şu an, baharın güzelliği ve içimdeki huzur duygusuyla bana en ideal geleni şu top yekûn kaçma hali. Hani hemen her İstanbullunun aklının bir köşesinde daima baki kalan bir hoş seda vardır ya, İstanbul’u terk etmek... Ve daha huzurlu, sakin, yeşil bir yerlerde yaşamak. Ama işte bir yanımızdan tutar ya hep bir şeyler, gidemeyiz. Belki de Polonezköy o bizi tutan ve öldür Allah bırakmayan şeylere ( yakınlarımız, İstanbul’un sevdiğimiz halleri vs.) karşı ideal bir alternatif olabilir pekâlâ…
Bu konuyu bilahare enine boyuna düşünmek üzere aklımın bir köşesine güzelce koyup, baharın ve köyün tadını çıkarmaya devam ediyorum. Her yerden neşeli insan sesleri, mis gibi mangal kokuları geliyor. Ben de kendime bir mangal sefası vermek üzere kır gazinolarından birine doğru seğirtiyorum. Akşam olmasın, ben hep burada kalayım hele bahar mümkünse hiç bitmesin istiyorum. Olmuyor… Ama o gün, ben, bir akıncı, çocuklar gibi şen vakit geçiriyorum. Bunu da -artı bir- daha olarak amel defterime işliyorum.

Hayat bir heves çıkılan bir yolculuk gibi, dönüş vaktine doğru insanı keyifsiz kılan. Asıl mevzu gidilmiş olan yerde, geçirilmiş olan zamanın hakkını verebilmek sadece, hepsi bu…

BİR İSTANBUL HAZİNESİ...RUMELİ HİSARI



“Vapurlar değil, Boğaz'dan geçen;

Boğaz'dan yalılar geçiyor,

Toplamış bulardan eteklerini...

Dairesine çekilen bir saraylı gibi

Yalılar gelmeyen âlemlerine gidiyor

Bırakıp bu sessiz gecelerini.”



Özdemir Asaf’ın “Boğaz Gezintisi” adlı şiirinin küçük bir mısrası bu. Sönük sahilleri bekleyen baş başa kalmış iki hisardan bahsederek, anlatmaya devam ediyor üstat debdebeli yaşanmış bir dönemi, boğazı ve yalıları. Anlatırken duygulanıyor o eski günlerden geride kalanlara baktıkça. İhtimal ki, şöyle sonbaharın kışa dönmeden evvelki son günlerden birinde, belki biraz rüzgârlı biraz bulutlu bir günde, kıyı boyunca yaptığı bir gezinti sonrasında içine dolan efkârın ilhamıyla yazılmış bir şiir bu. Üzerinde belki ince bir pardösü vardı eteklerini rüzgârla oynamaya bıraktığı.



Şiiri tekrar okuduğumda, ben de heveslendim boğaza, düşündüm önce biraz ve en sevdiğim yerine geldim; Rumeli Hisarına.



Otobüs, mevsimin şehrime getirdiği yağmur, çamur ve kargaşadan mürekkep kasveti, sıkış tıkış semtleri ve asık suratlı canı burnunda insanları bir bir geride bırakarak hisarüstüne geldi. İnip dosdoğru tepedeki parkın en uç kısmına yürüyünce boğaz bütün ihtişamı ve kelimenin tam anlamıyla ayaklarımın altına serildi.

Böyle bir güzellik var mıydı acaba bir yerde daha?

Kuşbakışı görünen köprü manzarasındaki trafiği seyre daldım bir süre. Arabalar vızır vızır gelip gidiyordu, etrafımdaki inanılmaz sükûnet ve dinginliğe tezat. Bir an için, birazdan aralarına katılacağımı unutup, şaşırdım nedir bu telaş diye. Birden çok basit göründü her şey gözüme. Neydi bu adına hayat dediğimiz beyhude hengâme Allah aşkına? Aslında biz öyle hiçbir şey yapmadan dursak da, O kendiliğinden akıp gidecek gibi duruyordu zaten.

Burçlarını bir ejderha sırtı gibi sere serpe tepeye yaymış arz-ı endam eden Hisarın heybetli manzarasına takıldı sonra gözlerim. Hisarın inşa ediliş hikâyesini merak ettim sanki bu şehre ilk defa gelmiş bir turist gibi. Zira ben de birçok İstanbullu gibi kentin muhteşem tarih ve kültür hazinesinden bi haber yaşıyordum bu zamana dek.

İstanbul’un ucu uzak geçmişe dayanan diğer pek çok semti gibi buranın da söylencesi pek bol.

Bunlardan bir tanesi; İstanbul kuşatmasından bir yıl önce Fatih Sultan Mehmed, Boğaziçi kıyılarında bir keşif yaptırmış. İki kıtaya hükmetmek için, boğazın iki tarafının da güven altında tutulması gerektiğinden, deniz üzerindeki en dar yeri tespit ettirdikten sonra, hisarın yapılacağı yeri bizzat işaret etmiş ve hassa mimarlarıyla birlikte yapının ana plânlarını hazırlamış. Bizans imparatoru Konstantin Dragazes, Fatih’in kararını öğrenince, en zeki ve ikna kabiliyeti yüksek elçilerini Fatih’e göndermiş. Bizans elçileri uzun uzun dil dökerek ve pek çok sebep sayarak, bu hisarın yapılmasına gerek olmadığını Sultana kabul ettirip, onu kararından caydırmaya çalışmışlar. Fakat Fatih’in cevabı kesin olmuş; “benim kılıcımın hükmettiği yere sizin imparatorluğunuzun hayalleri bile ulaşamaz”.

Diğer bir ilginç hikâye ise şu;
Fatih, İstanbul'u almayı aklına koymuştur. Öncelikle Yıldırım Bayezîd'in yaptırdığı Anadolu Hisarının karşına Rumeli Hisarını yaptıracaktır. Bizans İmparatoru Konstantin’den bir av köşkü yapmak için toprak ister. İmparator dalga geçercesine bu av köşkünün bir dana derisi kadar yer kaplamasını ve bu kadar toprak vereceğini söyler. Bunun üzerine II. Mehmet, hemen bir dana kestirip derisini yüzdürür ve deriden iplik yaptırır. Rumeli Hisarının yapılacağı alanı bu iple çevirir. İmparator inşaata bakmaya geldiğinde şaşırır. Çünkü inşaat arazisi değil bir dana derisi, yüzlerce dana derisini içine alacak kadar büyüktür. Durumu Fatih'e bildirdiğinde Fatih dana derisinden yaptırdığı ipi gösterir ve şöyle der: "Ben bu ipi dana derisinden eğirttim. Bir fazlası varsa yıkalım." İmparator da yanındakiler de çaresiz susar ve hisarın yapımına izin verirler.

15 Nisan 1452 günü inşaatına başlanan hisarın yapımı 139 gün gibi kısa bir sürede tamamlanmış. Rumeli Hisarı uzaktan bakıldığında Fatihin imzasına benzer. Yapımında bizzat çalışan Fatih, elbette topografyanın el verdiği ölçüde Boğaz'ın kıyısına taşlarla adını yazmayı düşünmüş. Boğazdan bakılınca Kufi yazı ile isminin baş harfini görebilirsiniz.

….

Tepede huzur içinde keyif yaptığım çimenlikten istemeyerek ayrılıp, uzun uzun seyrettiğim hisara ve denize daha yakın olmak için bulduğum, gördüğüm her yola sapıp, her çıkmaza girerek, kıyıya doğru inmeye başladım. Uzunca bir zamanımı iki yanı küçüklü büyüklü bahçeli evler, tarihi çeşmeler, ahşap konaklar gibi görülmeye değer güzellikler ile sıralanmış sürprizli yollarda kaybola kaybola dolaşarak geçirdikten sonra, nihayet yol ile beraber kıvrıla büküle sahile inip Hisarın müzesine girdim. Müzede sergi salonu veya depo yok, toplar, gülleler ve Halici kapattığı söylenen zincirin bir parçasından oluşan eserler, bahçede teşhir ediliyor. Çarşamba hariç 09.30–16.30 saatlerinde ziyarete açık olan müzeden çıkınca genzime dolan iyot kokusunun davetine icabet ederek denizin kıyısına geldim.

Boğazın derin, sakin ve lacivert sularının üzerinden bir karabatak, kayar gibi kanat çırpıyordu denize değmeden. Kaybolup gidene dek baktım ardından, bu büyüleyici harekete. Boğazın derin, sakin ve lacivert sularının üzerinden bir karabatak, kayar gibi kanat çırpıyordu denize değmeden. Hızlandırdım ben de adımlarımı ama nafile karabatak galip geldi kendime , derken daldı gitti zaten kim bilir nereye ?

Aklımda şiirin dizeleri kıyı boyunca yürümeye devam ederken, gözümde canlandırmaya çalıştım, eski saltanat günlerinin yalılarla bezeli kıyılarını. Benim pardösüm yoktu sadece, ama onun yerine boynuma doladığım atkımın uçlarını bıraktım rüzgârla oynamaya.

Her şeyin bir yeri, her yerin bir zamanı varsa bile, buranın yoktu işte, herhangi bir gün, herhangi bir zamanda gelip bu ölümsüz güzelliği seyredebilirsiniz siz de. Ve benim gibi böyle hafifleyip kuş gibi dönersiniz evinize.