17 Mart 2010 Çarşamba

ZEYREK…

NEREDEYSE DALANIN GÖZLERİ GİBİ BİR HALİÇ...


Eski bir şarkının söylediği gibi, Nisan yağmurunda ıslanarak, Taksim cihetinden Unkapanı’na doğru yürüyorum köprü üzerinde. Usul usul, ince ince yağıyor yağmur, Halicin üzerini pes gri bir kasvetle kapayarak. Martıların beyaz süzülüşlerinde bir hüzün. Oysa ki bahar geliyor; neşenin ve aşkın mevsimi.

Yol boyunca balıkçılar ıslanmaya aldırmadan, tutkularının oltasını Halicin sırlı, karanlık sularına sallıyorlar.

Bense ne zamandır aklımı çelen bir yere gidiyorum; Zeyreğe…

Köprünün Unkapanı ayağına yaklaşırken içimin ve havanın sıkıntısını biraz olsun dağıtan mis gibi yosun kokusu doluyor içime. Bu ıslak öğle vakti gezime başlamadan evvel hemen yolun karşı köşesindeki meşhur Balat İşkembecisinde bir başlama molası veriyorum.

— Bir çorba lütfen, damardan…

Uzun zamandır içmemiştim. İlk kaşığın lezzetiyle anlıyorum meğer ne çok özlemişim. Oturduğum yerden dışarıda hızlanan yağmurun hışmından kaçmaya çalışan insanları seyrediyorum. Çorbam bitince hızını kesmeyen yağmura karşı bu kez şemsiyemle gardımı alarak çıkıp, sabırsızlıkla gezime başlıyorum. Çok eski günlerden kalma Arnavut kaldırımı ara sokaklara dalınca şehrin trafik gürültüsü kesiliyor. Şimdi etrafta bir yağmur sükûneti var. Duyduğum tek ses yağmur damlalarının şemsiyemdeki tıpırtıları.

İSTANBUL'UN YERALTI ŞEHİRLERİ

Zeyrek İstanbul’un dördüncü tepesi üzerinde ve eteklerinde yer alıyor. Hem Bizans hem de Osmanlı zamanında önemli bir yerleşim yeri olan semt ismini dönemin önemli bilginlerinden Molla Zeyrek Efendi’den almış. Zeyrek Farsça’da “ uyanık, anlayışlı ve zeki” anlamına geliyor.

Sokaklar boyu yürürken, buranın en önemli özelliği olan, Zeyrek evlerini seyrediyorum doya doya. Bu evlerde eski Osmanlı dokusu olduğu gibi hissediliyor. Ama pek çoğu o eski debdebesinden bi-haber, teneke kaplı viranelere dönmüş bir halde, perişan hayatlara ev sahipliği yapıyor. Camlarından çıkan soba borularından yoksulluk tütüyor. Hatta birinden öyle çok duman çıkıyor ki, sanki ev yanıyor da camından o esnada bakan hatun imdat istemeye çıkmış sanıyorum. Ama hayır O, bu benim için çok acayip duruma ziyadesiyle aşina gelip geçeni seyreyliyor. Elbette hemen fotoğraf makineme davranıp bu enteresan enstantaneyi zamanın içinde donduruyorum.

İşte böylesi bir manzarayı ve daha nicelerini ve ayrıca iki koca medeniyetin dokusunu, bir de tabi şahsi merakım olan İstanbul’un yeraltı hazinelerini içinde taşıyan, ruhu olan bu semtlere ben, bayılıyorum. Mesela burada, Fatih’in İstanbul’u fethettikten sonra ilk karargâhını kurduğu Zeyrek’te, hemen her yerde bir sarnıç var; kimi evlerin içinde, kimi yıkıntı halinde açıkta. Hatta ahşap evlerin bahçelerinde sarnıçlara açılan kapılar bile mevcut. Eminim bu sarnıçların hiç değilse biri, İstanbul’un Yeraltındaki labirentlerinden birine açılır. Kim bilir belki bir gün, yerüstündeki bu gezilerimi bitirip yeraltından notlara geçerim.

HIRSIZ-POLİS



Küçük, dar bir yokuştan çıkıp, sağa sapınca Bizans’ın Panto Krator Kilisesi, günümüzün Zeyrek Camii önüne geliyorum. Burası Ayasofya’dan sonra dünyadaki en önemli Bizans yapısı ve gerçekten görülmeye değer bir heybeti var. Yapının tam karşısında, son derece şık bir biçimde restore edilerek otantik bir restoran haline getirilmiş Zeyrekhane var ki “ben İstanbul’da yaşıyorum” diyen herkesin muhakkak bir defa gelmesi gerekiyor.

Ben tam huşu içerisinde bu iki muhteşem yapının arasında dolaşırken aniden nerden çıktığını anlamadığım üç küçük, üst baş perişan çingene çocuğu etrafımı sarıyor. İçlerinden biri diğerine, elindeki silahla nişan almış pozu yaparak;

- “Dur kaçma polis “diye bağırıyor. Öteki;

- “Abla kurtar beni” diyerek bana sırnaşıyor.

Ben bir yandan keyifli bir şekilde onları seyrederken, bir yandan da cüzdanımı hangi cebime koyduğumu anımsamaya çalışıyorum. Gülüyorum, gülüyorlar… Biraz daha öylece oynayıp aniden belirdikleri gibi kayboluyorlar. Sahi burası kapkaççı ve çingeneleriyle de meşhurdu unutmuşum, hatırlıyorum. Hatta daha da içlere doğru gidince karanlık bakışlı ve suratlı adamlar hızlı ve esrarengiz geçişler yapıyorlar yanımdan.





Zeyreği böyle, daha çok, uzun uzun, tadını çıkara çıkarak dolaşmayı istiyorum ama giderek kendini hissettiren hava muhalefeti buna müsaade etmiyor. Pencerelerine gerili iplerde, cumbaların yağmurdan koruyucu kudretine sığınarak asılmış, kar gibi beyaz yemenili kâgir evlerin aralık kapıları ne kadar davetkâr dursa da ben artık üşümüş bulunuyorum. İlk fırsatta güneşli bir günde gelip, muhakkak kapı önlerinde çekirdek çitleyeceklerini bildiğim kadınların, hırsız polis oynamaya devam edecek çocukların, velhasıl cemi cümle tüm mahalle eşrafının cümbüşünü görmek üzere, oradan ayrılıyorum.