15 Şubat 2010 Pazartesi

POLONEZKÖY

Bir varmış, bir yokmuş…


Hayat gibi hüzün de, neşe de, acı da, sevinç de, bir varmış… bir yokmuş…
Bir sonbahar olurmuş, derken ardından kış… Sonra vakit gelir, cemreler başlarmış düşmeye bir bir ve işte mis gibi bir bahar… Yeniden doğmak, arınmak ve tazelenmek için, üzerimizdeki olanca ağırlığını hayatın, bir çırpıda silkeleyip atmak için…
Her bitişimizde yeniden, yeniden ve yeniden başlamak için…
Hoş geldin bahar…
….

İstanbul’un vurula kırıla, ezile döküle örselenen ama içerlerinde bir yerlerde, hala, her şeye rağmen baki kalan güzelliğini perdeleyen keşmekeşinden kaçıyorum bu hafta sonu. İstikamet Polonezköy… Yol boyunca, böyle çılgın ve hızlı metropol hayatı yaşamaktan en nihayetinde kendini kaybetmiş ve bu kayıp ruhu otobanda bulmaya ahdetmiş gibi anormal davranışlar içerisinde araba süren insanlarla beraber seyrediyoruz trafikte. Onları tek tek çaktırmadan sollayarak geride bırakıp, nihayet şehrin dış kapılarından birinden doğaya çıkıyorum. Buradan sonra iki yanı yemyeşil ağaçlar, küçük dereler, piknik yapan insanlar ile çevrili, uzun ince kıvrımlı yol boyunca keyifle ilerliyorum baharın içlerine doğru.

Etrafta bir huzur sessizliği.

Tekerleklerin hafif bozuk asfalt yolu kavramak için çıkardığı çıtırtılar ve daldan dala şakıyan kuş cıvıltıları duyduğum tek ses. Mümkün olduğunca telaşsız sürdüğüm arabanın açık pencerelerinden içeri ılık bir esintiyle beraber bin bir çeşit çiçeğin aromasından mürekkep mis gibi kokular giriyor. İyice gevşeyip rahatlıyorum.
Bahar ne güzel şey be kardeşim.


Polonezköy girişinde etraf biraz kalabalıklaşsa da hemen hemen gelen herkes aynı amaçla, yani doğaya yakın olmak burada bulunduğundan, civardaki hareketlilik huzur kaçırmıyor. Tam aksine; baharın en güzel renklerine bürünmüş çocuklar, onların neşelerine ortak olan anneler, hala biraz kendini kassalar da ortamdaki ferahlığa uyum sağlamaya çalışan babalar, arabaların camlarından dillerini ve kulaklarını beş karış sarkıtmış hevesli ve heyecanlı köpekler, ara yollarda kiralanmayı bekleyen geçkin atlar ve onların bakıcıları, tekmili birden seyirlik bir tablo oluşturuyor.

Polonezköy benzerini yabancı dizi ve filmlerde gördüğümüz şirin, derli toplu, temiz, özenli ve düzenli köyler gibi aynı, hatta gerçek olduğundan belki de, daha da güzel. Doğanın içinde onu bozmadan, tuğlaları üst üste yığmadan, damlarda inşaat demirleri bırakmadan, pencerelerden çamaşırlar sarkıtmadan da yaşanılabilir bir mekân yaratılabilineceğinin canlı bir kanıtı.

Köyün kuruluşu çok eski yıllara uzanıyor;
1842 yılı Ocak ayında Prens Çartoriski, Lazarist rahiplerine, İstanbul yakınlarındaki arazilerinde bir Polonya Kolonisi kurulmasını teklif eden bir mektup yazar. Rahipler teklifi kabul eder ve Prens Çartoriski, bu toprakların bir kısmını sonsuza kadar kiralayarak Osmanlı topraklarında bir Polonya tarım kolonisinin başlangıcını oluşturmuş olur. Böylece 19 Mart 1842'de koloniye dini bir törenle "Adampol" adı verilir. Bu ad, kurucu Adam Çartoriskinin adıyla Polonya'nın ilk hecesinin birleştirilmesinden oluşmuştur. Türkler ise Polonyalıların yerleştiği bu köye, Adamköy, Polonez karyesi ve son olarak, Polonezköy adını verir.
Polonezköy internet sitesinden aktardığım bu bilgiler, bu toprakların bir zamanlar İstanbul'a gelen çingenelerin konakladığı, Alemdağı'nın eteklerinde "büyülü çingene toprakları “olarak anıldığını da söylüyor. O zamanlar arazi, vahşi çalı ve dikenlerle kaplı, verimsiz ve kuru bir toprak parçası görünümündeymiş. Ama ormana yakın olması ve ortasından da bir un değirmenini çalıştırabilecek iki dağ deresinin geçmesi yerleşimi elverişli hale getirmiş.

Tarihinin ve kuruluşunun ilginç hikâyeleri bir yana, burası; günü birlik kaçışlar, hafta sonu kalışları yahut top yekûn terk edişler için bulunmaz bir mekân. Hatta şu an, baharın güzelliği ve içimdeki huzur duygusuyla bana en ideal geleni şu top yekûn kaçma hali. Hani hemen her İstanbullunun aklının bir köşesinde daima baki kalan bir hoş seda vardır ya, İstanbul’u terk etmek... Ve daha huzurlu, sakin, yeşil bir yerlerde yaşamak. Ama işte bir yanımızdan tutar ya hep bir şeyler, gidemeyiz. Belki de Polonezköy o bizi tutan ve öldür Allah bırakmayan şeylere ( yakınlarımız, İstanbul’un sevdiğimiz halleri vs.) karşı ideal bir alternatif olabilir pekâlâ…
Bu konuyu bilahare enine boyuna düşünmek üzere aklımın bir köşesine güzelce koyup, baharın ve köyün tadını çıkarmaya devam ediyorum. Her yerden neşeli insan sesleri, mis gibi mangal kokuları geliyor. Ben de kendime bir mangal sefası vermek üzere kır gazinolarından birine doğru seğirtiyorum. Akşam olmasın, ben hep burada kalayım hele bahar mümkünse hiç bitmesin istiyorum. Olmuyor… Ama o gün, ben, bir akıncı, çocuklar gibi şen vakit geçiriyorum. Bunu da -artı bir- daha olarak amel defterime işliyorum.

Hayat bir heves çıkılan bir yolculuk gibi, dönüş vaktine doğru insanı keyifsiz kılan. Asıl mevzu gidilmiş olan yerde, geçirilmiş olan zamanın hakkını verebilmek sadece, hepsi bu…

BİR İSTANBUL HAZİNESİ...RUMELİ HİSARI



“Vapurlar değil, Boğaz'dan geçen;

Boğaz'dan yalılar geçiyor,

Toplamış bulardan eteklerini...

Dairesine çekilen bir saraylı gibi

Yalılar gelmeyen âlemlerine gidiyor

Bırakıp bu sessiz gecelerini.”



Özdemir Asaf’ın “Boğaz Gezintisi” adlı şiirinin küçük bir mısrası bu. Sönük sahilleri bekleyen baş başa kalmış iki hisardan bahsederek, anlatmaya devam ediyor üstat debdebeli yaşanmış bir dönemi, boğazı ve yalıları. Anlatırken duygulanıyor o eski günlerden geride kalanlara baktıkça. İhtimal ki, şöyle sonbaharın kışa dönmeden evvelki son günlerden birinde, belki biraz rüzgârlı biraz bulutlu bir günde, kıyı boyunca yaptığı bir gezinti sonrasında içine dolan efkârın ilhamıyla yazılmış bir şiir bu. Üzerinde belki ince bir pardösü vardı eteklerini rüzgârla oynamaya bıraktığı.



Şiiri tekrar okuduğumda, ben de heveslendim boğaza, düşündüm önce biraz ve en sevdiğim yerine geldim; Rumeli Hisarına.



Otobüs, mevsimin şehrime getirdiği yağmur, çamur ve kargaşadan mürekkep kasveti, sıkış tıkış semtleri ve asık suratlı canı burnunda insanları bir bir geride bırakarak hisarüstüne geldi. İnip dosdoğru tepedeki parkın en uç kısmına yürüyünce boğaz bütün ihtişamı ve kelimenin tam anlamıyla ayaklarımın altına serildi.

Böyle bir güzellik var mıydı acaba bir yerde daha?

Kuşbakışı görünen köprü manzarasındaki trafiği seyre daldım bir süre. Arabalar vızır vızır gelip gidiyordu, etrafımdaki inanılmaz sükûnet ve dinginliğe tezat. Bir an için, birazdan aralarına katılacağımı unutup, şaşırdım nedir bu telaş diye. Birden çok basit göründü her şey gözüme. Neydi bu adına hayat dediğimiz beyhude hengâme Allah aşkına? Aslında biz öyle hiçbir şey yapmadan dursak da, O kendiliğinden akıp gidecek gibi duruyordu zaten.

Burçlarını bir ejderha sırtı gibi sere serpe tepeye yaymış arz-ı endam eden Hisarın heybetli manzarasına takıldı sonra gözlerim. Hisarın inşa ediliş hikâyesini merak ettim sanki bu şehre ilk defa gelmiş bir turist gibi. Zira ben de birçok İstanbullu gibi kentin muhteşem tarih ve kültür hazinesinden bi haber yaşıyordum bu zamana dek.

İstanbul’un ucu uzak geçmişe dayanan diğer pek çok semti gibi buranın da söylencesi pek bol.

Bunlardan bir tanesi; İstanbul kuşatmasından bir yıl önce Fatih Sultan Mehmed, Boğaziçi kıyılarında bir keşif yaptırmış. İki kıtaya hükmetmek için, boğazın iki tarafının da güven altında tutulması gerektiğinden, deniz üzerindeki en dar yeri tespit ettirdikten sonra, hisarın yapılacağı yeri bizzat işaret etmiş ve hassa mimarlarıyla birlikte yapının ana plânlarını hazırlamış. Bizans imparatoru Konstantin Dragazes, Fatih’in kararını öğrenince, en zeki ve ikna kabiliyeti yüksek elçilerini Fatih’e göndermiş. Bizans elçileri uzun uzun dil dökerek ve pek çok sebep sayarak, bu hisarın yapılmasına gerek olmadığını Sultana kabul ettirip, onu kararından caydırmaya çalışmışlar. Fakat Fatih’in cevabı kesin olmuş; “benim kılıcımın hükmettiği yere sizin imparatorluğunuzun hayalleri bile ulaşamaz”.

Diğer bir ilginç hikâye ise şu;
Fatih, İstanbul'u almayı aklına koymuştur. Öncelikle Yıldırım Bayezîd'in yaptırdığı Anadolu Hisarının karşına Rumeli Hisarını yaptıracaktır. Bizans İmparatoru Konstantin’den bir av köşkü yapmak için toprak ister. İmparator dalga geçercesine bu av köşkünün bir dana derisi kadar yer kaplamasını ve bu kadar toprak vereceğini söyler. Bunun üzerine II. Mehmet, hemen bir dana kestirip derisini yüzdürür ve deriden iplik yaptırır. Rumeli Hisarının yapılacağı alanı bu iple çevirir. İmparator inşaata bakmaya geldiğinde şaşırır. Çünkü inşaat arazisi değil bir dana derisi, yüzlerce dana derisini içine alacak kadar büyüktür. Durumu Fatih'e bildirdiğinde Fatih dana derisinden yaptırdığı ipi gösterir ve şöyle der: "Ben bu ipi dana derisinden eğirttim. Bir fazlası varsa yıkalım." İmparator da yanındakiler de çaresiz susar ve hisarın yapımına izin verirler.

15 Nisan 1452 günü inşaatına başlanan hisarın yapımı 139 gün gibi kısa bir sürede tamamlanmış. Rumeli Hisarı uzaktan bakıldığında Fatihin imzasına benzer. Yapımında bizzat çalışan Fatih, elbette topografyanın el verdiği ölçüde Boğaz'ın kıyısına taşlarla adını yazmayı düşünmüş. Boğazdan bakılınca Kufi yazı ile isminin baş harfini görebilirsiniz.

….

Tepede huzur içinde keyif yaptığım çimenlikten istemeyerek ayrılıp, uzun uzun seyrettiğim hisara ve denize daha yakın olmak için bulduğum, gördüğüm her yola sapıp, her çıkmaza girerek, kıyıya doğru inmeye başladım. Uzunca bir zamanımı iki yanı küçüklü büyüklü bahçeli evler, tarihi çeşmeler, ahşap konaklar gibi görülmeye değer güzellikler ile sıralanmış sürprizli yollarda kaybola kaybola dolaşarak geçirdikten sonra, nihayet yol ile beraber kıvrıla büküle sahile inip Hisarın müzesine girdim. Müzede sergi salonu veya depo yok, toplar, gülleler ve Halici kapattığı söylenen zincirin bir parçasından oluşan eserler, bahçede teşhir ediliyor. Çarşamba hariç 09.30–16.30 saatlerinde ziyarete açık olan müzeden çıkınca genzime dolan iyot kokusunun davetine icabet ederek denizin kıyısına geldim.

Boğazın derin, sakin ve lacivert sularının üzerinden bir karabatak, kayar gibi kanat çırpıyordu denize değmeden. Kaybolup gidene dek baktım ardından, bu büyüleyici harekete. Boğazın derin, sakin ve lacivert sularının üzerinden bir karabatak, kayar gibi kanat çırpıyordu denize değmeden. Hızlandırdım ben de adımlarımı ama nafile karabatak galip geldi kendime , derken daldı gitti zaten kim bilir nereye ?

Aklımda şiirin dizeleri kıyı boyunca yürümeye devam ederken, gözümde canlandırmaya çalıştım, eski saltanat günlerinin yalılarla bezeli kıyılarını. Benim pardösüm yoktu sadece, ama onun yerine boynuma doladığım atkımın uçlarını bıraktım rüzgârla oynamaya.

Her şeyin bir yeri, her yerin bir zamanı varsa bile, buranın yoktu işte, herhangi bir gün, herhangi bir zamanda gelip bu ölümsüz güzelliği seyredebilirsiniz siz de. Ve benim gibi böyle hafifleyip kuş gibi dönersiniz evinize.