22 Şubat 2011 Salı

Eminönü,Tahtakale Ve civarı....

Mutluluk hiç ummadığımız bir yerden çıkar karşımıza bazen. Kimi zaman zihin kıvrımlarımızın arasında nicedir uyumakta olan bir eski hatıranın arkasından göz atar, kimi zaman okuduğumuz kitabın bir cümlesinden çıkıp içimizi ısıtır.
Bugün benim mutluluğum, çılgın bir Mart güneşinin altında, Yeni Cami’nin merdivenlerindeki plastik leğende yıkanan güvercinlerin sıçrattıkları damlacıkların güneş ışıklarıyla yaptığı dansın içinden çıktı.
Aslında teorik olarak gelmiş olması gereken, fakat ne yazık ki İstanbul'da pratiğini ancak Mayıs gibi hissedeceğimiz baharı muştulayan nefis bir gün bugün.
Mısır Çarşısına gitmek üzere merdivenlerden inerken bu manzaraya şahit olup bir süre seyre daldım. Caminin şipşakçısı birbirine sarılıp asker pozu veren iki arkadaşın fotoğrafını çekiyorken bir yanda, annelerinin elinden kurtulan çocuklar güvercinlere doğru sevinç çığlıklarıyla koşarak su damlalarıyla beraber havalandırdı kuşları. Elinde tespih tepsisi, uzun beyaz sakalları ve ayağında poturuyla satıcı amca ve soğuktan korunmak için sıkı sarınıp sarmalanmış güvercin yemcileri de görüntüyü tamamlayan yan unsurlar olarak fondaki yerlerini aldılar mutlu mutlu.
Hayat bazen hiç sakınmasız ve çabasız ne kadar da güzel oluyor.
...

Eminönü;  benim incik boncuk ne ararsam bulabildiğim biricik mekanım.
Hiç olmazsa ayda en az bir defa muhakkak ziyaret ettiğim ve her gelişimde dolaşırken, istisnasız kendimi kaybettiğim bir güzel semtim.
İsmini Osmanlı döneminde deniz gümrüğü ve gümrük eminliğinin burada bulunmasından almış.
Gece ve gündüz nüfusu arasında 2,5 milyonluk enteresan bir fark var.
Caminin çıkışındaki keyifli güvercin gösterisinden sonra çiçek pazarına uğradım.
Belediyenin bir kaç zamandır seyyar satıcılara göz açtırmaması etrafta gözle görülür bir ferahlık sağlamış.
Pazarın dar girişinde beni evvela kocaman cam kavanozların içindeki kirli, sarı suda birbiri üzerinde kaynaşan her derde deva sülükler karşıladı. Onların karşı komşuları ise dar aralık boyunca dizili envai çeşit çiçek yahut sebze meyvelerin tohumları. Burada benim en çok vakit geçirdiğim yerlerse hayvan dükkânları. Papağanlar, muhabbet kuşları, balıklar, keklikler, paçalı tavuklar, tavşanlar, su ve kara kaplumbağaları, yavru köpek ve kediciklerin gelişigüzel sergilendiği dükkânların önünde gözüme kestirdiklerimi elime alıp yumuk yumuk severek uzunca bir süre oyalandıktan sonra Mısır çarşısına geçtim, loş aydınlığa alışamayan gözlerimi kırpıştırıp mis gibi baharat kokusunu içime çekerek.
Kınalar, ballar, lokumlar, tepelerden sarkan kurutulmuş Maraş biberleri, patlıcanlar, mini minicik kuru bamyalar, cevizli sucuklar. Buraya da bayılıyorum.


 Mısır Çarşısı her türden baharat, şifalı ot ve doğal ürünün en uygun fiyat ve lezzette topluca bulunabildiği yerlerden birisi, kokusu kaçmadan kullanmak istediğim karabiberi buradan tane halinde alıp küçük sarı değirmende çekmek başka türlü bir zevk.

Çarşı 1660 yılında 4. Mehmet'in annesi Hatice Sultan tarafından Yeni Cami'ye vakıf olarak yaptırılmış.  Eminönü ve Sultanhamam arasında bağlantı kuran iki ana kapısı dışında dört kapısı daha var.
Baharatçıların yanı sıra, turistlere yönelik hediyelik eşya satan dükkânlar, kuruyemişçiler ve çeyiz mağazaları da buranın bitip tükenmez ayrıntılarından bazıları.
Çarşının Sultanhamam tarafındaki kapısından çıkınca Kurukahveci Mehmet Efendinin taze kavrulmuş kahve kokusuyla çarpılıp dosdoğru Tahtakale'ye.
Sözlük anlamı " kale altı" olan " Taht-el-kale " ismi yıllar içinde söyleyiş değişikliğine uğrayarak Tahtakale olmuş.
Ben bu eski semtlerin ruhunu seviyorum. Tarihin derinliklerinden gelen, asırlarca yaşanmış farklı kültürlerin harmanından gelen bir ruh.

Misal Osmanlı'da ilk kahvehane 1554–1555 yılında, Tahtakale semtinde, Halepli Hakem ve Şamlı Şems adında iki Arap kökenli tüccar tarafından açılmış. O yıllarda Tahtakale önemli bir ticaret merkezi olduğundan bu kahve de tanınmış kişilerin ve bilginlerin buluşma ve sohbet noktası imiş. Asıl cezbedici anekdot, İstanbul’da 15.yy ve daha sonraları Tahtakale meydanının sirk gösterilerinin merkezi olması. Burada hokkabaz, cambaz, güreşçi ve taklacılardan başka işinin ehli hayvan eğiticileri tarafından eğitilmiş atlar, eşekler, ayılar, maymunlar, aslanlar, filler ve benzeri hayvanlar hünerlerini sergilermiş.

Bu cümle şimdi benim gözümün önüne tarihi bir film sahnesi seriyor ; eski zamanda bir Tahtakale, dar, toprak , karanlık yollar ateşlerle aydınlatılmış,etraftan akın akın insan meydana gösterileri seyretmek üzere geliyor sağda solda bir takım tuhaf giysili insanlar küçük ateş yutma yada tavşan kaybetme numaraları yapıyor,ortalık tam bir curcuna havası içinde perendebazlar iki yüksek sırık arasına gerdikleri iplerde tehlikeli hareketlerle izleyenlerin yüreğini ağzına getiriyor....Sizce de heyecan verici değil mi?
:)
Bugün burası tam bir ticaret merkezi, kaçak ya da meşru aradığınız hatta aramadığınız her türden malzemeyi rahatlıkla bulabileceğiniz bir yer. Hacı malzemelerinden orjinal YSL gözlüklere, elektronik eşyadan bijuteriye, korsan CD-DVD’lerden oyuncaklara, kırtasiyeye dek yüzlerce çeşit, küçük ve şekilsiz sokaklar boyunca dükkân ve hanlarda alıcı beklemekte.
Gün boyu baş döndürücü hareketi hiç bitmeyen Tahtakale'den Mahmutpaşa'ya doğru meyil eden bir başka sokağa giriyorum.
 Burada görüntü biraz daha işleme, süsleme yada çeyizlik mallara doğru kayıyor. Arnavut kaldırımı küçük yokuşu çıkıp caddenin iki yanında desen desen renk renk perdecilere ve mefruşatçılara bakarken sık sık yanıma gelen satıcılara " hayır teşekkür ederim bayan palto, kaban yada pardösü aramıyorum, gelinlik veya sünnetlik de almayacağım " demek zorunda kalıyorum gülerek, hepsi aynı şeyi söylüyor çünkü üç adımda bir. Mahmutpaşa yokuşunun sonuna dek çıkamayacağım. Ama atlamadan geçemeyeceğim bir ayrıntı var. Bugün mahmutpaşa malı diye burun kıvrılan malların satıldığı bu cadde sadece Bizans döneminde saraya mensup seçkin kişilerin ikametgâhı olmakla kalmayıp, adını aldığı Fatih Sultan Mehmet'in ünlü sadrazamı Mahmut Paşa'nın 1463–74 yıllarında yaptırdığı büyük külliyesi ve Halici gören enfes konumuyla Osmanlı'da ve hatta Cumhuriyetin ilk yıllarında da şehrin elit tabakasını ağırlamış.


Büyük Postane'ye dogru gezime devam ediyorum. Posta Telgraf Nezarethanesi ismi ile ilk posta işlerinin yürütüldüğü yer olarak önemli bir özelliğe ve bilmiyorum hiç içine girdiniz mi ama girince de insanı alıp götüren güzelliğe sahip bir yer burası.
Tam postanenin karşındaki ara yoldan meşhur Doğu Bank'ın bulunduğu Hamidiye caddesine çıkılıyor. Köşe başında saatçi Konyalı, biraz daha ileride bakır kapaklı kocaman kavanozlardan minik küreklerle kesekağıtlarına doldurulan; dili yakan tarçınlısı, susamlı ya da limonlusuyla eski bayramların vazgeçilmez şekercisi 228.yılındaki Ali Muhittin Hacı Bekir var.
Bahçekapıya doğru ilerlediğimde Hamidiye Türbesi çıkıyor karşıma. Peygamberin ayak izinin bulunduğu 1.Abdülmecit türbesi güzel havadan istifade tüm pencerelerini açmış içerinin göz alıcı güzelliğini gözler önüne sererken, pencere önünde insanlar öğle arası ibadetlerini ellerini açıp dua ederek yapıyorlar.
Yine sokak denemeyecek kadar şirin küçük aralıkların birinden, rengârenk bisikletçilerin arasından geçip Sirkeci Garı'nın tam karşısına çıkıyorum. Garın üzerinde bulunduğu cadde doğruca Cağaloğlu'na, eskiden Türk basının kalbi olan Bab-ı Aliye çıkıyor. Ama ben sahile doğru yönelip çizmeye çalıştığım küçük çemberimi Harem iskelesinin önünden köprüye doğru yürüyerek tamamlıyorum. Zira aslında gezime oradan başlamıştım.

Güzel havayı değerlendirip kış boyu biriken tortuyu üzerinden atmak isteyen insanların arasına karışıp, başımın üzerinden konfeti misali sarkarak denizin görünmez derinliklerinde balık bekleyen misinaların arasından keyifle ağır ağır yürüyorum.

Bir küçük mola için yer aranıyorum. Haliçte martılar sevince kanat çırpıyorlar, uzakta Süleymaniye Cami tüm ihtişamıyla vakur boy gösteriyor, Topkapı Sarayı asırlık hikayeleri ve gizemleriyle en güzel tepeye kurulmuş arzı endam ediyor, iki sevgili sarmaş dolaş parmaklıkların tam dibindeki masalardan birine oturmuş hafiften alacalı bir kızıllığa bürünen manzarayı seyrediyor.
Onların bu hali hayatı yaşanmaya değer kılan en önemli şeyin gerçek sevgi olduğunu fısıldıyor bana. Manzaranın en fiyakalı göründüğü bir masada ben bulup yandan çarklı kahvemin köpüklerini höpürdeterek günü noktalıyorum.

ADALAR VAPURLAR VE YAZ…

Vapur güzelim mavilikte ileriye doğru tam yol seyrederken, Topkapı Sarayı’nın incelikli kuleleri, kurşuni kubbeleri, yemyeşil manzarası yavaş yavaş ardımızda kalıyor. Kıyıda Eminönü iskelesi köpük köpük, vapurlar karşılayıp, vapurlar uğurluyor. İnsanlar telaşlı karıncalar misali kıpır kıpır bir o tarafa bir bu tarafa sürekli bir hareket halinde günlük hayat keşmekeşini yaşıyor. Ben, ayıptır söylemesi, vapurun en güzel yerine kurulmuş serin bir meltemle püfür püfür giderken arkamda bıraktıklarımı seyrediyorum. Aman, yok canım, öyle çok uzağa uzun bir kaçış değil ne yazık ki bu, sadece günübirlik bir adalar kaçamağı yapıyorum. Adaların en güzel yanlarından biri bu işte; vapur seyahati… Deniz çok güzel, rüzgâr çok güzel, manzara çok güzel ve Yaz bütün bunlarla beraber daha da güzel.
……

Prens Adaları adı ile de anılan Adalar, Marmara’nın tam orta yerine kurulmuş, 8 adadan mürekkep bir hediye bence İstanbul’a… Şehrin azametini ve güzelliğini artıran. Diğer pek çok tarihi bölge gibi adaların da geçmişi Bizans İmparatorluğuna dek uzanıyor. Adalar bu devirde uzunca bir dönem manastırlara ve sürgünlere ev sahipliği yapmış olmanın yanı sıra saray eşrafına da yazlık yeri olmuş. 19.yy başlarında buharlı vapurların tarih sahnesine çıkmasıyla ulaşımı kolaylaşan Adalar’ın nüfusu artmış ve yerleşik yaşam başlamış.

Hikâyenin burasında bir iç geçiriyorum çünkü ben de bir dönem çok istemiştim adalardan birinde ikamet etmeyi.
Hiç kuşkusuz dört mevsimin dördününde ayrı bir yeri ve tadı vardır adalarda.
Misal şimdi toplasam tası tarağı, vursam heybeyi sırtıma, yerleşsem Büyükada’ya; gündüzleri canım denizi ve güneşi, akşamları hararetli eğlenceleri ile muhteşem bir yaz geçiririm. Derken hafif hafif sertleşmeye başlayan ada rüzgârları Sonbahar’ın gelişini haber verir. Ama Ada’da Sonbahar’da güzeldir. Yavaş yavaş boşalmaya başlayan sokakları, yalnız ve kimsesiz kalan faytonları ve restoranları ile hissettiğim buruk hüznü, ada sakinlerinin yılları bulmuş dostane muhabbetleriyle azaltırım. Akşamları sahilde yaptığım uzun ve sakin yürüyüşlerime müteakip, kaldığım kâgir konağın ikinci katındaki odasına tahta merdivenleri gıcırdatarak çıkar, cumbalı pencerenin pervazında bir kadeh şarap eşliğinde hikâyelerimi yazarım. Derken iyice ayaza kesen rüzgârlarla koyu bir Kış bastırır, işte o zaman hırçın deniz seferleriyle küçük İstanbul kaçamakları düzenleyip, şayet eğer yağarsa adada kar sefası yaparım. Uzun kış gecelerinde şehrin karmaşasından kaçan arkadaşlarıma mükellef sofralar kurar, tadına doyulmaz muhabbetler açarım. Bahar yavaş yavaş gelir, Nisan yağmurlarıyla toprak bereketlenir, kışın soyunmuş tüm ağaçlar giyinip çiçeklenirken, piknik yapmak için tepelerden tepe beğenirim, elimde piknik sepetim faytona atladığım gibi çimenlere giderim. Ha! Bu arada Aya Yorgi’ye adak zamanını da kaçırıp gazetelerden okuyarak hayıflanmak yerine en önce manastıra ben giderim.
Fazla mı hayalci olduğumu düşündünüz? Evet öyleyim. Ama kurması bile öyle güzel oldu ki şu an, kim bilir bir de gerçekleşse neler hissederim. Bir de, bakın, hikâye yazarı Sait Faik Abasiyanık da adada yaşamış. Tek ben değilim demek ki adaperest hikâyeci. Bugün yaşadığı ev müzeye çevrilmiş ve uğrağı, gün batımı ile şöhretli Kalpazan Kaya mahalli meşhur bir kahve olmuş.
Adaları gezmek ise apayrı bir keyif. Hepsinin kendine has bir tadı bir güzelliği var.
Heybeli Ada' da çamlıklar içerisinde siyasi ve politik dalgalanmalara sebep Rum Ruhban Okulu var. Ada’da yerleşim alanlarının arka cihetinde çok güzel bir koy ile meşhur Değirmen Burnu piknik alanı mevcut.
Takım Adaların en büyüğü, benim yaşamak istediğim Büyük Ada. Fayton turu ile çevreyi gezmek iki saate yakın bir zaman alıyor. Halk plajı olan Yörük Plajı şahane bir koyda. Bu plaj halka ait ama adanın güney tarafında ki koylar ıssız ve tekneler için ideal mekânlar.
Bunlardan başka Heybeli yönünde, ismini biçiminden almış Kaşık Adası yer alıyor.
..
Anlatırken aklıma geldi, müsaadenizle hayalime küçük bir ekleme yapmak istiyorum; minik bir tekne! Bildiğiniz motorlu kayık, balıkçıların kullandığından. İşte o zaman tam olur keyfim, mevsimine hiç bakmam fırsatı ve havayı uygun bulduğum her an…
Şairin dediği gibi;
“O ada senin bu ada benim
Yelkovan kuşlarının peşi sıra” …

Eşsiz mavilikte süzülür giderim