10 Mart 2010 Çarşamba

SULTANAHMET




MİLODAN KÖSEM SULTANA


Fakültedeyken; okul civarında epeyce takılıp ( derse girip demiyorum ) saat 17.00 gibi çıkar her zaman aynı uzun ve dolambaçlı yollardan geçip Bab-ı Ali yakınlarındaki bir büfeden aynı tadı bir daha hiç bulamadığım sosisli sandviçlerden yiyerek Yerebatan Sarnıcı’nın önünden geçip Sultanahmet’e gelirdik. Hep aynı yerde; ya banklarda yahut Ayasofya’nın karşısındaki duvarda saatlerce sohbet eder, bazen gitar çalar, çok ama çok eğlenirdik.
Ama beni bugün beni Sultanahmet’e sürükleyen asıl hatıralar benim değil Reşat Ekrem Koçu’nun Kösem Sultan romanında okuduğum asırların hatıraları.

Dört ayrı padişah görmüş, tüm bu dönemde saltanat tahtına hep en yakın durmuş, güzelliği, aklı ve devlet idaresindeki hüneriyle dillere destan olmuş ada kızı Milo’nun Mahpeyker Kösem Sultan oluşundan başlayarak, Valide sultanlık yaptığı tüm zaman boyunca Osmanlı saray ve halk yaşamının en ince ve entrikalı ayrıntılarını gözlerimin önüne seren bu müthiş kitabı bitirdiğimin ertesi günü soluğu burada aldım;
Sultanahmet’te...

Semt adını Kösem Sultan’ın biricik eşi Sultan 1.Ahmet’in, Sedefkâr Mehmet Ağa’ya yaptırdığı camiden almış. Diğer camilerden farklı olarak altı minaresi bulunan cami için rivayet o ki; Padişah Sedefkâr Mehmet Ağa’ya bana altın minareli bir cami yap demiş, ancak mimar bunu altı minare olarak anlamış; rivayeti bir yana semt; muhteşem tarihi ve yemyeşil çevresiyle gezmeye doyulmaz bir mekân.

İÇİÇE GEÇMİŞ İZLERİYLE BİZANS'TAN OSMANLI'YA

Burada iki ayrı imparatorluğun, birbirinden taban tabana zıt iki ayrı kültürün ve dinin izleri iç içe geçmiş; Eski Osmanlı yapılarının altından tarihi Bizans sarnıç ya da hamamlarının çıkması gibi.

Yanlız görünüşüyle hüznü çağrıştıran Süleymaniye Cami’nin aksine avlusundaki kalabalığından yapımında kullanılan çinilere dek her şeyiyle neşeli bir cami olan Sultanahmet Cami’ni onu hayranlıkla gezen turistlere bırakıp bir dönem kah yeniçerilerin kah kapıkulu sipahilerinin oluk oluk kanlarının aktığı atmeydanına doğru yöneliyorum.

Burası Bizans döneminde iki yahut dört atlı yarış arabalarının atmış bin kişilik bir ahali karşısında karşılıklı güç gösterilerinin zaman zaman katliama dönüştüğü yarışların yapıldığı bir hipodrommuş. Semtin en ünlü abideleri olan Ayasofya, Eski Eserler Müzesi, Yerebatan Sarnıcı, Binbirdirek Sarnıcı, Aya İrini, Arkeoloji Müzesi ve Topkapı Sarayı günümüze ancak yuvarlak güney ucu gelen bu muazzam hipodromun etrafında çevreleniyor.

Geçmişe küçük küçük dokunarak yüzyıllar arasında ani şaşırtıcı geçişler yapa yapa tüm bu yerleri geziyorum. Topkapı Sarayı’nın çok başka bir yeri olduğundan onu bir yazı içinde küçük bir paragrafla geçmeye gönlüm razı gelmiyor, doya doya her yerini gezip, yakın zamanda okuduğum romanın etkisiyle özellikle harem dairesinde hayallerimle gerçek arasında bir yerlerde büyülenip duruyorum.

Lisede tarih derslerinde en sıkıcı bölümleri okuduğumuz ve şu anda aklımızda bile olmayan bir sürü gereksiz tarih ezberlediğimiz bu bitmez tükenmez hikayeli ve entrikalı şark imparatorluğunun, kollarını dört bir kıtaya uzattığı vücudun merkezi olan bu sarayı muhakkak ki başlı başına bir yazıda anlatmalı.

İstanbul’un yedi tepesi içinde en güzel olanına kurulmuş bu muhteşem sarayın kapısından çıkıp sağa doğru kıvrılınca sırtını saray duvarlarına dayamış yokuş aşağı bir biri yanı sıra dizilmiş Soğukçeşme sokağının iki katlı rengarenk boyalı ahşap pansiyon evleri çıkıyor karşıma. Ama birçoğu artık kullanılmıyor ne yazık ki. Aynı sokağın alt ucunda, koca kubbelerin altında sıcağın ulaşamadığı bir serinlik içinde zırhlı şövalyeler ve tavandan sarkan bronz mumlu avizelerle tamamlanmış dekoruyla nefes kesici, eski bir sarnıçtan bozma bir tür mahzen restoran var, şayet yolunuz oralara düşerse turistlerin en uğrak yeri olan bu şahane atmosferi mutlaka görün.

Buralara dek gelmişken vakti zamanında buluşma mekanlarımızdan bir diğeri olan Cafer Ağa Medresesi’nin içerinin sükunetini dışarıdaki kargaşadan koruyan yüksek taş duvarlarının ortasındaki avlusunda ,bu defa buz gibi bir meyve suyu içerek soluklandım. Oradan ayrıldıktan sonra Gülhane parkının Ağustos sıcağının ortasında bir vaha etkisi yaratan yeşilliğinin içinden geçerken yaşadığım bugünü düşündüm ve yaşanmış koskoca bir geçmişi.

Zamanın nasıl büyük bir hızla geçtiğinden ve giden hatıraların peşinden keşke dememek için yapılacak en güzel şeyin o anı, sadece ve sadece o anı yaşamak olduğundan bir yazım da daha dem vurmuştum, tekrarlamakta bir beis görmüyorum. Zira geriye dönüp baktığımda yaşarken ne çok keyif aldığım nice hatıra, okuduğum bir kitaptaki hikâye kadar bile gerçek gelmiyor bana.