17 Mart 2010 Çarşamba

ZEYREK…

NEREDEYSE DALANIN GÖZLERİ GİBİ BİR HALİÇ...


Eski bir şarkının söylediği gibi, Nisan yağmurunda ıslanarak, Taksim cihetinden Unkapanı’na doğru yürüyorum köprü üzerinde. Usul usul, ince ince yağıyor yağmur, Halicin üzerini pes gri bir kasvetle kapayarak. Martıların beyaz süzülüşlerinde bir hüzün. Oysa ki bahar geliyor; neşenin ve aşkın mevsimi.

Yol boyunca balıkçılar ıslanmaya aldırmadan, tutkularının oltasını Halicin sırlı, karanlık sularına sallıyorlar.

Bense ne zamandır aklımı çelen bir yere gidiyorum; Zeyreğe…

Köprünün Unkapanı ayağına yaklaşırken içimin ve havanın sıkıntısını biraz olsun dağıtan mis gibi yosun kokusu doluyor içime. Bu ıslak öğle vakti gezime başlamadan evvel hemen yolun karşı köşesindeki meşhur Balat İşkembecisinde bir başlama molası veriyorum.

— Bir çorba lütfen, damardan…

Uzun zamandır içmemiştim. İlk kaşığın lezzetiyle anlıyorum meğer ne çok özlemişim. Oturduğum yerden dışarıda hızlanan yağmurun hışmından kaçmaya çalışan insanları seyrediyorum. Çorbam bitince hızını kesmeyen yağmura karşı bu kez şemsiyemle gardımı alarak çıkıp, sabırsızlıkla gezime başlıyorum. Çok eski günlerden kalma Arnavut kaldırımı ara sokaklara dalınca şehrin trafik gürültüsü kesiliyor. Şimdi etrafta bir yağmur sükûneti var. Duyduğum tek ses yağmur damlalarının şemsiyemdeki tıpırtıları.

İSTANBUL'UN YERALTI ŞEHİRLERİ

Zeyrek İstanbul’un dördüncü tepesi üzerinde ve eteklerinde yer alıyor. Hem Bizans hem de Osmanlı zamanında önemli bir yerleşim yeri olan semt ismini dönemin önemli bilginlerinden Molla Zeyrek Efendi’den almış. Zeyrek Farsça’da “ uyanık, anlayışlı ve zeki” anlamına geliyor.

Sokaklar boyu yürürken, buranın en önemli özelliği olan, Zeyrek evlerini seyrediyorum doya doya. Bu evlerde eski Osmanlı dokusu olduğu gibi hissediliyor. Ama pek çoğu o eski debdebesinden bi-haber, teneke kaplı viranelere dönmüş bir halde, perişan hayatlara ev sahipliği yapıyor. Camlarından çıkan soba borularından yoksulluk tütüyor. Hatta birinden öyle çok duman çıkıyor ki, sanki ev yanıyor da camından o esnada bakan hatun imdat istemeye çıkmış sanıyorum. Ama hayır O, bu benim için çok acayip duruma ziyadesiyle aşina gelip geçeni seyreyliyor. Elbette hemen fotoğraf makineme davranıp bu enteresan enstantaneyi zamanın içinde donduruyorum.

İşte böylesi bir manzarayı ve daha nicelerini ve ayrıca iki koca medeniyetin dokusunu, bir de tabi şahsi merakım olan İstanbul’un yeraltı hazinelerini içinde taşıyan, ruhu olan bu semtlere ben, bayılıyorum. Mesela burada, Fatih’in İstanbul’u fethettikten sonra ilk karargâhını kurduğu Zeyrek’te, hemen her yerde bir sarnıç var; kimi evlerin içinde, kimi yıkıntı halinde açıkta. Hatta ahşap evlerin bahçelerinde sarnıçlara açılan kapılar bile mevcut. Eminim bu sarnıçların hiç değilse biri, İstanbul’un Yeraltındaki labirentlerinden birine açılır. Kim bilir belki bir gün, yerüstündeki bu gezilerimi bitirip yeraltından notlara geçerim.

HIRSIZ-POLİS



Küçük, dar bir yokuştan çıkıp, sağa sapınca Bizans’ın Panto Krator Kilisesi, günümüzün Zeyrek Camii önüne geliyorum. Burası Ayasofya’dan sonra dünyadaki en önemli Bizans yapısı ve gerçekten görülmeye değer bir heybeti var. Yapının tam karşısında, son derece şık bir biçimde restore edilerek otantik bir restoran haline getirilmiş Zeyrekhane var ki “ben İstanbul’da yaşıyorum” diyen herkesin muhakkak bir defa gelmesi gerekiyor.

Ben tam huşu içerisinde bu iki muhteşem yapının arasında dolaşırken aniden nerden çıktığını anlamadığım üç küçük, üst baş perişan çingene çocuğu etrafımı sarıyor. İçlerinden biri diğerine, elindeki silahla nişan almış pozu yaparak;

- “Dur kaçma polis “diye bağırıyor. Öteki;

- “Abla kurtar beni” diyerek bana sırnaşıyor.

Ben bir yandan keyifli bir şekilde onları seyrederken, bir yandan da cüzdanımı hangi cebime koyduğumu anımsamaya çalışıyorum. Gülüyorum, gülüyorlar… Biraz daha öylece oynayıp aniden belirdikleri gibi kayboluyorlar. Sahi burası kapkaççı ve çingeneleriyle de meşhurdu unutmuşum, hatırlıyorum. Hatta daha da içlere doğru gidince karanlık bakışlı ve suratlı adamlar hızlı ve esrarengiz geçişler yapıyorlar yanımdan.





Zeyreği böyle, daha çok, uzun uzun, tadını çıkara çıkarak dolaşmayı istiyorum ama giderek kendini hissettiren hava muhalefeti buna müsaade etmiyor. Pencerelerine gerili iplerde, cumbaların yağmurdan koruyucu kudretine sığınarak asılmış, kar gibi beyaz yemenili kâgir evlerin aralık kapıları ne kadar davetkâr dursa da ben artık üşümüş bulunuyorum. İlk fırsatta güneşli bir günde gelip, muhakkak kapı önlerinde çekirdek çitleyeceklerini bildiğim kadınların, hırsız polis oynamaya devam edecek çocukların, velhasıl cemi cümle tüm mahalle eşrafının cümbüşünü görmek üzere, oradan ayrılıyorum.

12 Mart 2010 Cuma

YENİKÖY den İSTİNYE ye



GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ HAYALİ CİHAN DEĞER

Kocaman taşlı yüzükleri, kuaförden yeni çıkmış havalı ve röfleli saçları, makyajlı ama buruşuk ve tatlı suratlarıyla yanımdaki masada oturuyorlardı. Meşhur Yeniköy kahvesinde denize nazır nefis bir öğle atıştırması yapıyordum. Birazdan Yeniköy’den İstinye’ye dek şöyle bir uzanacaktım. Birisi yelpazesini zarif bir el hareketiyle sallıyordu. Eylül yaprakları hafif kızarmaya yüz tutmuş olmasına rağmen hava hala sıcaktı. Diğeri parlak rugan çantasından benim çocukken anneme özenerek kullandığımı o an görünce hatırladığım gümüş saplı küçük aynasını çıkarıp rujuna baktı. O bahçede bir başka devrin bir başka insanları oldukları ve hala o devrin sonbaharını yaşadıkları her hallerinden belliydi. Muhtemel ki eski hatıralarını yad eden iki eski arkadaştılar ve çok ama çok tatlıydılar.

Onları hatıraları ile baş başa bırakıp çıkarken küçük boğaz gezimin daha başında rastladığım bu güzel manzara bana buranın İstanbul’un diğer yerlerinden farklı olduğunu bir kez daha hissettirdi. Yeniköy yol boyu sıralanmış eşsiz güzellikteki yalıları, tepelere doğru uzanan arnavut kaldırımlı dar sokaklardaki iki katlı restore edilmiş tarihi evleri ve yemyeşil doğasıyla gerçektende İstanbul’un nadide semtlerinden birisi.

NEOHORİON

Tarihine kısaca göz attığımızda imparatorluk döneminde çıkan imar amaçlı bir ferman ile Karadeniz bölgesinden toparlanan bir miktar Türk ve Rum ailesinin burada iskân edilmiş olduğunu görüyoruz. Böylece 16.yüzyılın ortalarında şekillenmeye başlayan bu yeni yerleşim alanına Türkler “Yeniköy”, Rumlar ise, yine aynı anlama gelen “Neohorion” adını vermiş. Eski yıllarda İstanbul’a oldukça uzak olan ve ancak deniz yoluyla ulaşılabilen Yeniköy 19.yüzyılın ikinci yarısında Boğaz’a vapur seferlerinin başlamasıyla rağbet görmeye başlamış ve köy olmaktan çıkıp yavaş yavaş yaz kış oturulan makbul bir yer olmuş..

Evliya çelebi Seyahatnamesinde Yeniköy ile ilgili şöyle yazmaktadır: " Burası Sultan Süleymen'ın fermanı ile iskan edildiği için Yeniköy derler. Üç bin haneli, bağlı ve bahçeli müzeyyen bir şehirdir. Galata kadısı'nın naibi hükmünde olup, subaşısı, yeniçeri Serdar'ı, çavuşu ve yasakcıları vardır. Üç camii olup, lebiderya'da olan kaptan Halil paşa cami gayet şirindir. Hacı Ömer hanesi önünde, yeniçeri avcıları, Istranca dağlarında avladıkları Karacaların etini padişah için pastırma yaparlar, evin önünde ki çimenzar sofada perverde ederler; çünkü buraların ab-ı latifdir. Bir hamamı, bir hanı ve bekar odaları, iki yüz dükkanı vardır. Karadeniz'e giden gemilerin kaptanları, peksimeti Galata'dan ve Yeniköy'den alırlar

Avrupa ve Asya sahillerinin birbirlerine en uzak olduğu ve en fazla akıntının bulunduğu yer olması dolayısıyla gemi kazaları açısında en tehlikeli bölgelerden birisi oluşu sahil boyu yalılarına olan hayranlığımı zerre kadar etkilemiyor, içlerindeki yaşantının ortalama standartlara sahip diğer hayatlardan ne kadar farklı olduğunu düşünerek önlerinden geçiyorum. İstanbul’un hemen her eski semtinde olduğu gibi Yeniköy’de dönem yangınlarından nasibini almış. Halada zaman zaman bu güzelim eski ahşap evler yanıyor, yahut yakılıyor. Ama işte yine de muhteşem görünüyor.

Semtin tek meşhur olan yeri bir dönem başbakan bile ağırlayan Yeniköy kahvesi değil, sütlü tatlıların en güzeli olan tavukgöğsünü ben daha küçükken, ailecek gelip yediğimiz Zeynel var. Bu civara uğradığım her vakit olduğu gibi, üstelik artık çocukluğumun aksine bir yetişkin olmanın verdiği avantajla dondurmalısını yediğim bu tatlıyı elbette bugünde es geçmiyorum.

İstinye’ye yürümeye devam ederken yalıların geçit verdiği küçük aralıklarda, tek tük insanlar yeni yeni açılan balık sezonunun tadını çıkartıyor. Eylül’de İstanbul hele de boğazda bambaşka bir güzelliğe bürünüyor. Bende bir sonbahar rehaveti İstinye’de uzun bir kahve sefası daha yapıyorum. Gözlerim denizin ve karşı kıyıların güzelliğinde dinleniyor.

Bir mevsim daha dönüyor, ağaçlarda yavaş yavaş kuruyan yapraklar tek tük dökülüyor. Bir ay sonra tekrar geldiğimde koca çınar ağaçlarından dökülmüş bu romantik hışırtıların arasından beklide ilk yağmur damlaları eşliğinde yürüyeceğim ama muhakkak bu keyfi tekrar edeceğim. Hatta belki, kim bilir kaç mevsim sonra bir gün bende eski bir arkadaşımla buraya gelip belki bugün gördüğüm hanımlar gibi birinin yazısına bir paragraf olurum. Olabilir mi?

11 Mart 2010 Perşembe

SÜLEYMANİYE




SÜLEYMANİYENİN SUKÜNETİ

Ebedi suskunluğun bir mabedi gibi asırlardır duruyor civarın en güzel tepelerinden birinde. Bir yandan Halici bir yandan Marmara’yı seyrederek sessiz bir ihtişam sergiliyor. Sanki kâinatın en gizli sırrını bilir de saklar gibi, sanki bir suskunluk yemini etmiş ve bir daha konuşmamış gibi. Sırrını asla anlatmayacak ama anlayacak kişi olursa şayet kapılarını aralayacak gibi, duruyor.

Çok hatıram var benim buraya dair.

Bu gizemli semt ile ilk karşılaşmamız mesela;

Üniversite sınavına gireceğim okul Süleymaniye İlkokuluydu. Okulun yerini öğrenmek için sınavdan birkaç gün evvel oraya gittim. Hiç bilmediğim bir semtin, o toy günlerimde dahi sıra dışı gelen tarihi sokaklarında kaybolmuş dolaşırken, caminin önünde buldum kendimi. İçeri girdim. Yemyeşil ve ıssız bahçe içinde uzun ve ince bir yolun sonunda caminin büyük, heybetli kapısını gördüm. Sonra kafamı göğe doğru kaldırıp ışık huzmeleri arasından minarelere baktım. Ve işte aniden, anlatılmaz bir duygu ile kendimi zamanın ve mekânın çok dışında, nasıl demeli, adeta cisimsiz hissettim. Bu duygu daha sonraki yıllarda çok seyrek tekrarlanacak olan derin huşu anlarımdan ilkiydi.

Hasbelkader üniversiteye kapağı attığımda kazandığım bölümün Beyazıt’ta olmasına çok sevinmiştim. O zamanlardan beri süre gelen bir tarihi yarımada hayranlığım varmış demek ki. Binasına ve konumuna her zaman hayran olduğum okulumun arka bahçesinde, baharda çimenlere yatıp Süleymaniye Cami’nin ölümü çağrıştıran gri taş heybetinin arasından fışkıran ve taptaze yaşam kokan yeşillikleri seyretmeye bayılırdım.

Yeni bir hayatın kapılarını henüz aralamaya çalışır ve kendime dair ilk keşfedişlerimi yaşarken az dolanmadığım bu daracık sokakları tekrar gezerken tuhaf duygular içindeyim şimdi. Geçmiş ne kadar yakın gibi ise bir o kadar da uzak duruyor. Sanki dün yaşanmış ya da belki hiç var olmamış gibi. Dedim ya tuhaf.

O zamanlar uğrak yerimiz olmuş bir iki kahvenin etrafında dolaşıp, o günlerden bu yana değişen ne olmuş diye baktım. Okulu asmış ya da ders arasında kaçmış birkaç öğrenci dışında bir şey göremedim. Sanki eskiden daha mı kalabalık olurdu burası, ya da belli ki ben erken geldim.

İSTANBUL'UN EN GÜZEL KURUFASULYESİ

Yolumu daha fazla uzatmadan meydana çıktım. Kim bilir ne zamandır gelmemişim buraya. Meydanı restore etmiş ve trafiğe kapatmışlar. Böylece Süleymaniye’nin huzurlu sükûneti bir kat daha artmış. Bizim zamanımızda öğrencilerin en ucuz ve besleyici besin kaynağı olarak itibar ettikleri kuru fasulyeci –ki gerçekten fasulyesi güzeldir- de façayı düzeltmiş meşhur kuru fasulyeci olmuş turistlere hizmet veriyor. Üstelik bu iş iyi tutmuş olacak ki fasulyecinin yanında ki güzelim kahvelerin hepsi birden kendini tutamamış onlarda meşhur kuru fasulyeci olmuşlar.

Tam “ E! O zaman nerde kahve içeceğim ben şimdi” derken, öğrenciyken tanıdığım garsonu gördüm. Beni meydanı güzelce gören bir masaya buyur etti. Böylece bir yandan, bir lokantada yemek yemeden de kahve içebilecek itibara sahip olmanın, bir yandan da ağırdan alan baharın ufaktan gelişinin şerefine gökyüzünde parlayan güneşin tadını çıkarttım.

Oradan kalkınca camiye yöneldim. Tahmin edeceğiniz üzere burası adını, camiye de ismini veren ve hali hazırda caminin arka bahçesindeki alçakgönüllü bir türbede yatmakta olan Kanuni Sultan Süleyman’dan almış.

“Yeryüzünde muteber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi “

Dizeleri ve tarihe yazdığı şanlı zaferleri ile andığımız Osmanlı’nın 10. padişahı olan Kanuni Süleymaniye camini Mimar Sinan’a yaptırmış. Sinan, kalfalık eserim diye bahsettiği muhteşem caminin yapımına 1550 yılında başlamış ve 1557 yılında bitirmiş. Civardaki medreseler, külliyeler ve diğer tarihi yapılar neredeyse olduğu gibi korunup günümüze ulaşmış. Külliyenin içinde bulunan Süleymaniye Kütüphanesi dünyanın en büyük el yazması eserler koleksiyonuna sahip.

YAŞAM, ÖLÜM VE İKTİDAR

Bunca yıl hiç merak etmemiştim ama bu defa caminin içinde dolaşırken Kanuni’nin türbesini görmek istedim. Türbede, benim dışımda birkaç ziyaretçi daha vardı. Başımı örtmememin orada bulunan insanlar tarafından yadırganmamasından hoşnut, bir müddet daha orada durdum. Yaşam, ölüm ve iktidar üzerine bir şeyler düşünmek için daha iyi bir yer olabilir miydi acaba? Vakti zamanında tüm Osmanlı ahalisinin kellesi onun iki dudağı arasında olan bu müthiş padişahı zevcesi Hürrem sultan ile karşılıklı ebedi uykusunu uyurken bırakıp çıktım.

Dünya Koskoca Kanuniye bile kalmamıştı gerçektende, değil ki ne siz, ne ben…


Fotograf: www.math.umn.edu/.../marmara/suleymaniye.html

10 Mart 2010 Çarşamba

SULTANAHMET




MİLODAN KÖSEM SULTANA


Fakültedeyken; okul civarında epeyce takılıp ( derse girip demiyorum ) saat 17.00 gibi çıkar her zaman aynı uzun ve dolambaçlı yollardan geçip Bab-ı Ali yakınlarındaki bir büfeden aynı tadı bir daha hiç bulamadığım sosisli sandviçlerden yiyerek Yerebatan Sarnıcı’nın önünden geçip Sultanahmet’e gelirdik. Hep aynı yerde; ya banklarda yahut Ayasofya’nın karşısındaki duvarda saatlerce sohbet eder, bazen gitar çalar, çok ama çok eğlenirdik.
Ama beni bugün beni Sultanahmet’e sürükleyen asıl hatıralar benim değil Reşat Ekrem Koçu’nun Kösem Sultan romanında okuduğum asırların hatıraları.

Dört ayrı padişah görmüş, tüm bu dönemde saltanat tahtına hep en yakın durmuş, güzelliği, aklı ve devlet idaresindeki hüneriyle dillere destan olmuş ada kızı Milo’nun Mahpeyker Kösem Sultan oluşundan başlayarak, Valide sultanlık yaptığı tüm zaman boyunca Osmanlı saray ve halk yaşamının en ince ve entrikalı ayrıntılarını gözlerimin önüne seren bu müthiş kitabı bitirdiğimin ertesi günü soluğu burada aldım;
Sultanahmet’te...

Semt adını Kösem Sultan’ın biricik eşi Sultan 1.Ahmet’in, Sedefkâr Mehmet Ağa’ya yaptırdığı camiden almış. Diğer camilerden farklı olarak altı minaresi bulunan cami için rivayet o ki; Padişah Sedefkâr Mehmet Ağa’ya bana altın minareli bir cami yap demiş, ancak mimar bunu altı minare olarak anlamış; rivayeti bir yana semt; muhteşem tarihi ve yemyeşil çevresiyle gezmeye doyulmaz bir mekân.

İÇİÇE GEÇMİŞ İZLERİYLE BİZANS'TAN OSMANLI'YA

Burada iki ayrı imparatorluğun, birbirinden taban tabana zıt iki ayrı kültürün ve dinin izleri iç içe geçmiş; Eski Osmanlı yapılarının altından tarihi Bizans sarnıç ya da hamamlarının çıkması gibi.

Yanlız görünüşüyle hüznü çağrıştıran Süleymaniye Cami’nin aksine avlusundaki kalabalığından yapımında kullanılan çinilere dek her şeyiyle neşeli bir cami olan Sultanahmet Cami’ni onu hayranlıkla gezen turistlere bırakıp bir dönem kah yeniçerilerin kah kapıkulu sipahilerinin oluk oluk kanlarının aktığı atmeydanına doğru yöneliyorum.

Burası Bizans döneminde iki yahut dört atlı yarış arabalarının atmış bin kişilik bir ahali karşısında karşılıklı güç gösterilerinin zaman zaman katliama dönüştüğü yarışların yapıldığı bir hipodrommuş. Semtin en ünlü abideleri olan Ayasofya, Eski Eserler Müzesi, Yerebatan Sarnıcı, Binbirdirek Sarnıcı, Aya İrini, Arkeoloji Müzesi ve Topkapı Sarayı günümüze ancak yuvarlak güney ucu gelen bu muazzam hipodromun etrafında çevreleniyor.

Geçmişe küçük küçük dokunarak yüzyıllar arasında ani şaşırtıcı geçişler yapa yapa tüm bu yerleri geziyorum. Topkapı Sarayı’nın çok başka bir yeri olduğundan onu bir yazı içinde küçük bir paragrafla geçmeye gönlüm razı gelmiyor, doya doya her yerini gezip, yakın zamanda okuduğum romanın etkisiyle özellikle harem dairesinde hayallerimle gerçek arasında bir yerlerde büyülenip duruyorum.

Lisede tarih derslerinde en sıkıcı bölümleri okuduğumuz ve şu anda aklımızda bile olmayan bir sürü gereksiz tarih ezberlediğimiz bu bitmez tükenmez hikayeli ve entrikalı şark imparatorluğunun, kollarını dört bir kıtaya uzattığı vücudun merkezi olan bu sarayı muhakkak ki başlı başına bir yazıda anlatmalı.

İstanbul’un yedi tepesi içinde en güzel olanına kurulmuş bu muhteşem sarayın kapısından çıkıp sağa doğru kıvrılınca sırtını saray duvarlarına dayamış yokuş aşağı bir biri yanı sıra dizilmiş Soğukçeşme sokağının iki katlı rengarenk boyalı ahşap pansiyon evleri çıkıyor karşıma. Ama birçoğu artık kullanılmıyor ne yazık ki. Aynı sokağın alt ucunda, koca kubbelerin altında sıcağın ulaşamadığı bir serinlik içinde zırhlı şövalyeler ve tavandan sarkan bronz mumlu avizelerle tamamlanmış dekoruyla nefes kesici, eski bir sarnıçtan bozma bir tür mahzen restoran var, şayet yolunuz oralara düşerse turistlerin en uğrak yeri olan bu şahane atmosferi mutlaka görün.

Buralara dek gelmişken vakti zamanında buluşma mekanlarımızdan bir diğeri olan Cafer Ağa Medresesi’nin içerinin sükunetini dışarıdaki kargaşadan koruyan yüksek taş duvarlarının ortasındaki avlusunda ,bu defa buz gibi bir meyve suyu içerek soluklandım. Oradan ayrıldıktan sonra Gülhane parkının Ağustos sıcağının ortasında bir vaha etkisi yaratan yeşilliğinin içinden geçerken yaşadığım bugünü düşündüm ve yaşanmış koskoca bir geçmişi.

Zamanın nasıl büyük bir hızla geçtiğinden ve giden hatıraların peşinden keşke dememek için yapılacak en güzel şeyin o anı, sadece ve sadece o anı yaşamak olduğundan bir yazım da daha dem vurmuştum, tekrarlamakta bir beis görmüyorum. Zira geriye dönüp baktığımda yaşarken ne çok keyif aldığım nice hatıra, okuduğum bir kitaptaki hikâye kadar bile gerçek gelmiyor bana.

9 Mart 2010 Salı

ANADOLU HİSARI




İSTANBUL’DA BİR MABET…

Vapur iskelesinin yanında, meydanda balık tutan mutlu kalabalığın arasındayım. Karşı kıyıda Hisar, boğazın lacivert derinliğinde ebedi uykusunu uyuyan bir ejderin, yemyeşil tepelere gelişi güzel uzattığı kuyruğu misali kıvrım kıvrım uzanıyor. Bu eşsiz güzellik ve genzime dolan deniz kokulu temiz hava başımı döndürüyor. Anadolu Hisarı’ndayım.

Burası İstanbul Boğazı'nın en dar kısmında, Göksu (Aretos) Deresi'nin Boğaz'a döküldüğü yer. Aynı zamanda İstanbul'daki en eski tarihli Türk mimarlık ürünü, böyle diyor kaynaklar.


ESKİ ZAMAN AŞKLARININ EN TRENDİ MEKANI

Aynı kaynaklar yapının ve semtin tarihiyle ilgili olarak şunları söylüyor; “1390–91 tarihlerinde Bizans'ı kuşatmaya hazırlanan Sultan Bayezid 1 (Yıldırım) tarafından Boğaziçi'nden geçişleri kontrol altına almak, Göksu Deresi'ne girişi engellemek için yaptırılmıştır bir gözetleme kalesidir. İstanbul'un fethinden sonra yeniçeri hapishanesi olarak kullanılmıştır. Anadolu Hisarı, sultanları, şehzadeleri ve hanedanın kadın üyelerini ağırlamış bir semttir. Zamanın yüksek sosyetesi, yanlarında çalgıcılarla zarif kayıklara biner, şarkılar söyleyerek ya da dinleyerek, mehtabı seyrederken, Anadoluhisarı’nı kıyı boyu kürek çeke çeke dolaşırlarmış. Erkeklerle kadınlar ayrı ayrı kayıklarda olurmuş, ama âşıkane göz süzmeler, bıyık burkmalar "gırla" gidermiş. Kendi aralarında son derece ince bir işaret dili oluşmuş; yıllar boyu geliştirilmiş olan bu dilde her jestin, her duruşun, her mendil tutuşun ayrı, özel bir anlamı olmuş”

Bu küçük anekdotlar çok hoşuma gidiyor, ne yalan söyleyeyim eskiden tarihe bu denli meraklı değildim, belkide geçen yıllarla ilgilidir, kimbilir.

Dilime bir şarkı dolanıyor, mırıl mırıl hep aynı, tek bildiğim nakaratı söylüyorum.

Gidelim Göksu’ya bir alemi-ab eyleyelim

Ol kadehkar güzeli yar olarak peyleyelim

Bize bu talihimiz olmadı yar neyleyelim

Ol kadehkar güzeli yar olarak peyleyelim’

MAHALLE DİZİLERİNİN DEĞİŞMEZ PLATOSU

Yanımdaki adamın oltasının ucundan sarkan irice bir kefal az evvel çıktığı sulara dönmek için güneşin altında birer inci tanesi gibi parıldayan su damlalarını etrafa saçarak çırpınıyor. Etrafı biraz daha seyredip kıyıdan ayrılıyorum.

Küçük boğaz caddesinden karşıya geçiyorum. Daracık yollardan tepeye doğru yürümeye başlıyorum. Berberi, yorgancısı, yufkacısı, bakkalıyla tam bir küçük mahalle havası var ve bu sebeple de neredeyse tüm TV dizilerinde mekan olarak seçiliyor burası. Hatta bir sokağın içinde bir METEOROLOJİ OKULU bile mevcut, ben o kadar söyleyeyim, gerisini siz gözünüzde canlandırın.  Yukarıya doğru ilerledikçe yolun iki yanında dizili restore edilmiş az katlı ahşap evlerin bahçeleri büyüyor ve bu güzel bahçelerin duvarlarından dışarıya meyve ağaçları sarkıyor. .

Dolaştıkça insanı büyüleyen bir sadelik, bir sükût ve bozulmamışlık var burada. O kadar ki ister istemez bir iki metruk evin camında asılı duran satılık ilanının altındaki telefon numaralarını rehberime kaydediyorum. İşte İstanbul’da benim yaşamak istediğim yer burası. Özellikle tepelere doğru etraf o denli sessiz ve ıssız ki hani gözleri bağlı birini buraya getirip bıraksan yemin billâh inandıramazsın İstanbul’da olduğuna.

SAKLI BAHÇE

Yol devam ettikçe evlerin kendileri gözükmez bahçeleri öne çıkar oluyor, bahçeleri çeviren çitlerin ardında görünmeyen bir yerlerden koyun sesleri geliyor. Derken hiç hoş olmaya bir talihsizlik yaşıyorum Ani bir sağanak beni hazırlıksız yakalıyor. Tepeye çıkmaktan vazgeçip saçak altlarına sığınarak gerisin geri dönüyorum. Bu kez Göksu deresinin kıyısında buluyorum kendimi, ilk karşıma çıkan yerde mola veriyorum. Hüseyin Beyin Kafeteryası, böyle yazıyor tabelada. Hani tam da aranıp bulunamayacak cinsten bir yer burası.

Derenin üzerindeki tahta iskeledeki masalar hala ıslak olduğundan camekânlı bölüme geçiyorum. Salaş görünümlü tertemiz huzurlu bir yer. Bahçesinde çocuklar için yapılmış bir ağaç ev bile var. Yağmur başladığı gibi aniden kesiliyor. İçeriden bir sandalye çıkarıp derenin kıyısına kuruluyorum. Küçük balıkçı tekneleri balıktan dönüyor. Güneş gül yüzünü yeniden gösteriyor, derenin sularından yansıyan ışıklar yan taraftaki ahşap evin sırça saçaklarıyla oynuyor. Şimdi bir kahve keyfi yapılıp hayatın tüm bu güzellikleri için birkaç dakika saygı duruşunda bulunulmazda ne yapılır? Yapıyorum…

Yağmurun azizliğiyle çıkamadığım Kale sefasını bir başka sefere bırakıp eve dönerken kıyıdaki muhteşem yalıları, sükûneti ve bozulmamış ruhu ile Hisar gönlümün en mutena köşesinde açtığı genişçe yere İstanbul’da saklı kalmış bir mabet olarak çoktan kurulmuş oluyor.


Resim: Bilge Gayrimenkul Değerlendirme

8 Mart 2010 Pazartesi

KAPALIÇARŞI ; İSTANBUL'UN EN ESKİ ALIŞVERİŞ MERKEZİ



BİR KIŞ GÜNÜ DEĞİŞİKLİĞİ




Kış ortasında bir gün, sabah uyandınız, yataktan kalkıp perdeleri açtınız... Amaaaan karanlık, kasvetli bir gökyüzü; puslu, yağmurlu bir hava ki öyle böyle değil, bir gaflet camı araladınız, açmanızla kapamanız bir oldu, kış almış yürümüş, ağaçlardaki son birkaç yaprakta bugüne dek direndiyseler de artık, bugün düşecekler besbelli.
İçiniz sıkıldı, bir şeyler yapmalı günü aydınlatacak ama ne?
Alışveriş böyle havaların ilacı evet de hep Akmerkez, Metrocity... Bıktınız değil mi? Değişik bir şeyler yapsak? Misal Kapalıçarşı, olur mu acaba? Hem de ala olur...

....

Böyle insanı karabasan gibi saran günlerde hele de, daha bahara bile çok varsa ben, gönlümü ve nefesimi açmak için Kapalıçarşı’ya giderim.
Beyazıt’tan aşağıya Eminönü’ne doğru öylece uzanır Kapalıçarşı, haşmetli görünümüne rağmen alçakgönüllü ve dingin bir halde. Sanki kökleriyle sımsıkı toprağa tutunup kollarını gelişigüzel uzatmış bir çınar gibi asırlardır sessizce içinde olup bitene bakar. İnsanlar ve eşyalar o damar gibi kollardan bir aşağı bir yukarı gider gelir....

ÇARŞININ AYDINLIK SICAK VE RENGARENK HALİ

Dışarının gri, puslu kasvetini arkamda bırakarak aydınlık, sıcak, renkli ve hareketli bir kalabalığın içine, kendimi o harekete bırakarak giriyorum Fesçiler kapısından. Kubbeli tavanlardan aksedip gelen enerjiyi hemen alıp yavaş yavaş keyiflenerek hiç acele etmeden ağır ağır tadını çıkararak, başlıyorum dolaşmaya. Üniversitede öğrenciyken de çok severdim burayı ve o zamanlar adını koyamadığım tuhaf bir huzur duygusuyla içimi arıtan diğer tarihi mekanları, ama o yıllarda bu denli rahat edemez satıcıların ısrarcı ve gereğinden fazla samimi tavırlarından çok fazla zaman geçiremezdim,.Belki artık okullu genç bir kız olmadığımdan belki de enerjimi çarşı enerjisiyle barıştırdığımdan artık böyle hadiseler başıma gelmiyor.

Bugün, o dönemlerde hissettiğim duygunun, buraların bana zamansızlık hissi vermesi olduğunu biliyorum. Hayatın hep devam ettiğini değişenin sadece isimler, çehreler olduğunu sadece o ana has bir tevekkülle hissetmeyi seviyorum. Vakti zamanında, bir Ermeni sarrafın, sağ gözünün ucuna sıkıştırdığı büyüteciyle gözleri parlayarak incelediği elmasın değerini bugün oğlu anlamaya çalışıyor, Yahudi bir tüccar dedesinden öğrendiği ve tabi kaçınılmaz biçimde genlerinde olduğunu düşündüğüm ticaret yeteneğiyle sıkı bir antika pazarlığı yaparken bir sonraki nesilden biri dikkatle işin sırrını öğrenmeye çalışıyor. Yaşam ve hareket baki kalırken nesiller gelip nesiller geçiyor.

DÜKKAN ÖNLERİNDEKİ ATIŞMALAR VE TAVLA PARTİLERİ

Göz kamaştıran kuyumcu dükkânlarındaki altın! sarısı pırıltılar düşüncelerimi dağıtıyor. Dükkanların önlerinde takım elbiselerine uygun, akşam daha Kapalıçarşı’nın herhangi bir kapısından çıkmadan uflayarak çıkaracakları kravatlarıyla bir takım satıcılar, menzillerine giren ve alıcı gözüyle gördükleri insanlardan boş buldukları anlarda hep yaptıkları üzere birbirlerine takılıyor.
Ara sokaklarda bu boşluk anları dükkan önlerinde atılan tavla partileriyle şenlenecek.
İki yanlı dizilmiş dericilerin küçüklü büyüklü rengarenk deri kıyafetler giymiş donuk suratlı vitrin mankenlerinin teşhire yetmediği diğer modeller duvar boyunca birbirlerinin yakalarından asılmış renk ve biçimlerini sergiliyor.

Her bir taraftan bir başka dilde konuşmalar kulağımda, aşağıya doğru devam edip bu minyatür şehrin arka sokaklarına sapıyorum. Fetihten hemen sonra Ayasofya Cami'sine gelir sağlamak amacıyla Fatih tarafından yaptırılan İki taş bedesten -Sandal ve Cevahir Bedestenleri – çarşının çekirdeğini oluşturmuş.
Bunlara müteakip yapılan ilavelerle bugünkü halini almış olan çarşının gibi yangın ve depremlerden nasibini almış olan sokakları, o dönemde; “ Fesçiler, Serpuşçular, Tuğcular, Feraceciler, Perdahçılar, Terlikçiler, Kuyumcular, Aynacılar, Kalpakçılar "gibi mesleklere göre isim almış... Günümüzde birçok meslek yok ancak sokak isimleri aynı ile vaki. Şimdi bu sokaklarda desenlerinde nice hikayeler saklı halı ve kilimlerin sergilendiği halıcılar, çeşit çeşit nazarlıklar, kesme bardaklı çay takımları, çinili porselenler, irili ufaklı darbuka, ney yahut saz satan hediyelik eşya dükkanları; antikacılar var.

AĞAÇLARIN GÖZYAŞLARI; KEHRİBARLAR

Antika dükkanlarının girişinde tepeden sarkan rengarenk lambalar çarşının havasını iyice esrarlı hale getiriyor, Bedestene girerken aklıma çöl kumlarının rengini taşıyan gizemi içinde saklı kehribar taşıyla tanışmam geliyor, onlar ki ağaçların gözyaşları, içlerinde bin yıllık fosilleri saklayanları yurtdışında müzelerde sergileniyor. Uzun uzun dolanıyorum, aynı yerden her zaman olduğu gibi unutup defalarca geçe geçe, o kadar güzel ki her defasında bir başka obje takılıyor gözüme...
" Ben saydım ağabey dördüncüdür geçiyor bu hanım" diyen tezgâhtarın yüzüne gülümseyerek bakıp ilk tesadüf eden kapıdan çıkıyorum. Akşam ezanı okunurken hareket daha da hızlanıyor, ben de çarşı kapanmadan evvel bir keyif kahvesi içmek üzere şark kahvesine doğru adımlarımı hızlandırıyorum.

GÖLGE OYUNU GİBİDİR HAYATIMIZ

Şark Kahvesi’nin dışındaki ama çarşının tam içindeki masalardan birine oturup şekerli bir kahve söyleyerek gelen geçen insanları seyre dalıyorum... Kasketini yana yatırmış yüzünde yaşadığı hayatın haritası çizgileriyle emekli bir amca yorgun adımlarla önümden geçiyor, tam onun karşısından çeyiz tamamlamak üzere Mahmutpaşa’dan gelip hızını alamayarak kendilerini çarşıda buldukları her hallerinden belli bir grup kadın ve elbette yine 72 milletten insan.
Tam karşımdaki bir sütunun üzerindeki beyaz bir patiskanın üzerine tutturulmuş Karagöz Hacivat ve arkadaşları beni çocukluğuma götürüyor. Evet, zamanın içinde yaşam ve hareket hep baki, biz ise sadece gelip geçiyoruz. Aslolan yolculuğu hakkını vererek tamamlayabilmek.

Kahvemin son yudumunu içip ağzımda kalan telveleri çiğnerken, çinili Kütahya desenli fincanımı fala kapatıyorum. Ters dönmüş fincanın üzerindeki kehribar taşlı gümüş yüzüğüm fincanın soğuturken, sigaramın dumanını belirsiz geleceğime doğru üflüyorum.

7 Mart 2010 Pazar

BEŞİKTAŞ




SERÇELERLE KAHVALTI ETMEZ MİYDİNİZ ?


Beşiktaş’tayım. Kadıköy iskelesinin yanındaki küçük salaş çay bahçesinde gözlerim kapalı oturuyorum. Hayır, romantizmden değil, İstanbul’u gözlerim kapalı dinliyor falan da değilim. Sadece bulut kaçkını bir kış güneşinden gözlerimi açamıyorum o kadar. Üstelik güneş gözlüğümü de evde unuttum.

Ama yine de öyle güzel ki şu an burası. Serçelerle birlikte kahvaltı yapıyorum Kızkulesi’ne karşı. Bir yandan çayımı yudumlarken kısık gözlerle manzarayı seyrediyorum. Güneş kirpiklerimin arasından envai çeşit renkte ışık olup yayılıyor. Topkapı Sarayı ve camiler hafif bir sabah pusunun ardında usta bir ressamın elinden çizilmiş gibi duran siluetleriyle gökyüzünü süslüyor.

14 Şubat sevgililer günü dolayısıyla seçtim Beşiktaş’ı. Belki dedim, bar ve kafeteryalardan, kalabalık sokaklardan sıkılmış, sevgilisiyle baş başa zarif bir gün geçirmek isteyen birileri olursa bu yazıyla aradıkları alternatifi Ihlamur Kasrında, boğaz kıyısında yahut Yıldız Parkında bulurlar.

Kahvaltı faslımız bitince ( gerçi serçeler hala aç görünüyor, yoksa bunlar başka serçeler mi? ) şekerli bir sabah kahvesi söyleyip yakıyorum bir cigara. Dumanı manzaraya doğru üfleyip not defterimle kalemimi çıkarıyorum. Zira bu güzel günde dolaşmadan yazacağım bu yazıyı, oturduğum yerden. Biraz buradan biraz da Yıldız Parkı’ndaki güzelim tarihi köşklerden.

KEFERE DESTİNDE " KONAPETRO"

Beşiktaş’ın tarihi ile ilgili okuduğum kaynaklar tarihin söylenceye karıştığı ilkçağlardan başlıyor. Beşiktaş’a ilk isim veren meşhur mitoloji öyküsündeki Altın Post arayan İASON olmuş. Boğazda karaya ilk ayak bastığı yer bugünkü Dolmabahçe sarayı civarlarında.

Bizans döneminde tüm Boğaziçi gibi burası da Karadeniz’den gelen istilacılar sebebiyle sur dışında kaldığından yerleşim alanı olmamış. Karadeniz’in Osmanlı donanması tarafından kontrol altına alınması ile beraber 16.yy dan başlayarak yavaş yavaş artan önemi, Hanedanlığın önce Dolmabahçe Sarayına ardından da Yıldız Sarayına taşınmasıyla en üst noktaya ulaşmış.

Evliya Çelebi seyahatnamesinde "zaman-ı kadimde bu şehir kefere destinde (elinde) iken ismine Konapetro derlerdi, yani taş beşik "diye yazar. Ona göre semt ismini buradan almış. Bununla ilgili diğer bir bilgi ise ismin Barbaros Hayrettin Paşanın kıyıda gemilerini bağladığı beş taş ‘tan gelip zaman içinde söylenişinin bugünkü halini aldığı.

Beşiktaş’ın yaşadığı tüm dönemler içinde benim en çok ilgimi çeken zaman dilimi 2. Abdülhamit’le beraber yaşadığı “ istibdat “ dönemi. O dönemde semt, Devletlû Padişahın paranoyaları sebebiyle adeta bir “yasak şehir” halini almış. Aslında yaşadığı suikast ve tahttan indirme teşebbüslerine bakacak olursak haksızda sayılmazmış.

YILDIZ PARKI BİR NEV-İ  VAHA GİBİ

Bu bahsi geçen zamanlardaki doğal bitki örtüsünü - ki boğaz kıyısı boyunca yamaçları kaplayan korular ve şimdi Beşiktaş’ta sokak ismi olmuş şırıl şırıl derelerden oluşan muazzam bir yeşillikten bahsediyorum- çarpık betonlaşma sonucunda bugün ancak içimiz sızlayarak hayal edebiliriz. Bu hayali biraz olsun ete kemiğe büründürmek isteyince yapılacak en güzel şey Yıldız Parkına yol almak.

Çok uzunca bir zamandır gelmemiştim buraya, ne yazık! Kapıdan içeri girip asırlık çınar ağaçları boyunca, kuşların yeşil kuytularda yankılanan mutlu çığlıkları arasında, korunun içine doğru attığım her adımda biraz daha kayboldum bu sükûnetin içinde. Aniden bütün şehrin kalabalığı, gürültüsü, betonu ve trafiği çok uzakta kaldı, yüksek duvarların arkasında. Soluduğum havadaki oksijeni bu kadar yoğun hissetmeyeli kim bilir ne zaman olmuş.

Bu büyüleyici atmosferde huşu içinde dolaştım biraz. Tuttuğum yol beni Malta Köşkü’ne çıkardı. Buraya gelene dek aldığım küçük notları derleme zamanı şimdi. Yazıma, burada devam ediyorum. Yine güzel bir manzara, yine sıcak demli bir çay ve yine keyifle.

BİTERKEN

Beşiktaş’ı sadece deniz kıyısı ve Yıldız parkından ibaretmiş gibi anlattım galiba biraz. Ama olsun. Nasılsa siz buranın kitapevleri, üniversiteleri, tiyatro ve sinemaları ve çarşılarıyla sürekli bir hareketlilik içinde yaşayan halini zaten biliyorsunuz. Şimdi unutun o bildiğiniz Beşiktaş’ı. Ve baharı beklemeden kışın sakin ve olabilecek en güzel halini yaşamak için Yıldız Parkına gidin. Hatta mümkünse bunu hafta içi bir güne denk getirin. Ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

26 Şubat 2010 Cuma

ŞİLE VE YAZ



Herkesin bir mevsimi vardır.
O mevsim gelene dek geçen zaman içerisinde olmuş küçük büyük tüm kötü hadiselerden mürekkep yaraları iyileştiren, acıları azaltan, ruhumuzda oluşmuş yırtıkları, sökükleri onaran, güzel bir mevsim.

Bende bu mevsim hiç değişmez, kesinkes ve hep, Yaz’dır.

Kişisel olarak yaşadığım ve top yekûn yaşanılan tüm olumsuzlukları yavaş yavaş unutturan, sıcak esintili akşamlarında insanı kollarında avutan, tüm bir kış boyu hasretle beklediğim Yaz, bu sene İstanbul’a hiç gelmediği kadar güzel geldi, her ne kadar arkasında küresel ısınma ve kuraklık endişesini taşısa da.

Böyle güzel bir Yaz’ı da ona yaraşır biçimde değerlendirmeye ahdettim ben de ne yapayım ve İstanbul’a en yakın sayfiyeleri dolaşmaya başladım; Şile’deyim bugün.

ŞİLEBEZİ ENTARİLER GİBİ SERİN VE TİRİL TİRİL

Şile, adını andığımızda ilk aklımıza gelen şey olan şilebezi entariler gibi serin ve tiril tiril güzel bir sahil kasabası benim gözümde. Yunanca bir kelime olan şilenin anlamı yaban çiçeği. Bu güzel kasaba da adını bir bitki türü olan mercanköşkten almış. Tarihi çok eskilere, ta MÖ. 7. yüzyıla dek uzanıyor Şile’nin. Miletli denizciler tarafından kurulmuş ve o günden bugüne çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmış bir yer burası. Yüzyıllar boyunca verimli toprakları ve güzelliğiyle Lidya, Pers, Galat, Roma, Selçuklu, Latin, Bizans, ve Osmanlı gibi toplumları da her daim kendine çekmiş. Buraya ilk yerleşenlerin Bthynler olması nedeniyle Anadolu uygarlıkları içinde Bthynia da denilen Şile’nin uzun ve güzel kumsallı elverişli sahili, bugün Akdeniz ve Ege kıyılarını kıskandıracak kadar güzel oteller, moteller ve tatil köyleri ile çevrili vaziyette İstanbul’un hengâmesinden bunalan herkese sakin ve huzurlu bir kaçamak vaat ediyor.

BİR NEV-İ ARINMA MERASİMİ

Sadece denize girmek ve yazın tadını çıkarmakla yetinmeyen keşifperestler için gezilecek pek çok yeri var; Sofular Köyü yakınındaki Meşrutiyet Mağaraları, Şile-İstanbul yolundaki dağ kalesi, Şile Liman yolundaki kilise kalıntıları, Yeniköy"deki Rum Kilisesi gibi. Ben Sofular Köyü yakınındaki Meşrutiyet Mağaralarından başlıyorum. Bu mağaralar ve civardaki Rum Kilisesi bir dönem define avcılarının uğrak yeri olarak epeyce yağmalanmış maalesef. Şile’de bundan başka yaklaşık 15–16 civarında mağara daha var. Bu mağaralardan bir kısmı Doğu Roma İmparatorluğu zamanında ilk inanan Hıristiyan halkın doğal korunakları olmuş.

Bu yaz sıcağında hepsini gezmek hayli serinletici olabilirdi ama bunu işin ehillerine bırakıp, Şilenin meşhur fenerini, ağlayan kayasını, küçük adacıkta yer alan kalesini biraz dolaşıp, serinlemek için benim namıma en ideal yöntem olan denize girmeyi seçiyorum ve kıyıda güzel bir mekân aramaya başlıyorum.

Aslında yüzmek benim için serinlemekten çok daha büyük anlamlar taşıyor, adeta kutsal bir eylem, bir nev-i arınma merasimi, hele de sevdiğim bir denizde yüzersem. Fazla kalabalık olmayan, tenhalığı da can sıkıntısı yaratmayacak gibi duran orta halli bir yer bulup hemen konuşlanıyorum. Bu defa gezim bir yüzme molası ile bölünüyor, şimdi biraz müsaadenizi istiyorum ve denize giriyorum.

İşte tüm bir kış boyu hasretle beklediğim vuslat anı… Hayat suyun içinden bir başka yerde bu kadar güzel olabilir mi Yarabbi?

YAZIN HER DERDE DEVA REHAVETİ

Bu kısa! molanın sonunda ayaklarım geri geri giderek kıyıdan ayrılıp çarşıyı ve büyük meydanı dolaşmaya gidiyorum. Etrafta alışveriş yapan, bir şeyler atıştıran ya da sadece dolaşan insanları seyrediyorum, onlar da yazın her derde deva rehavetine kendilerini kaptırmış görünüyor. Şile bezinin dayanılmaz cazibesine kapılıp birkaç parça bir şey aldıktan sonra bir kahve keyfi yapmanın tam sırasıdır diye düşünüyorum.

Güneşin kavurucu ışıkları tesirini yitiriyor yavaş yavaş ve yerini ruh arındıran bir başka şeye, hoş bir akşamüzeri meltemine bırakıyor. Bir yandan yüzmenin getirdiği hafiflik, bir yanda ılık esinti, bir elimde kahve ötekisinde cigara, keyfime diyecek olmuyor. Bu huzur hali beni keyiften adeta sarhoş ediyor. Tamamdır işte, benim için sonsuz huşu zamanı. Şimdi gönül ister ki böyle kalsın, daha bi gıdımcık ne ileri ne de geri, hiçbir hareket olmasın, zamanı ve hayatı donduralım o karede her şey öylece dursun… Hiç bozulmasın.


Fotoğraf: albay blackrose

25 Şubat 2010 Perşembe

ÜSKÜDAR



ÜSKÜDAR, KIZ KULESİ VE EFSANELER…


Aşk ölmez, bizler ölürüz. Söylencelerse hep yaşar… Aslolan da belki gerçekler değil hikâyelerdir, kim bilir?

Sevgililer günü niyetine…
Hero ile Leandros adlı iki gencin hüzünlü aşkını anlatır bu hikâye;
Hero Afrodit'in rahibelerinden bir güzeldir ve aşka yasaklıdır. Yıllar sonra Afrodit'in tapınağında yapılan bir törene katılmak için kuleden ayrılır ve kader bu ya orada Leandros ile karşılaşır. Birbirine görür görmez delicesine âşık olan iki genç, Leandros'un o gece kuleye gelmesi ile aşklarını kutsarlar. Ve bugünden sonra Kızkulesi, her gece iki gencin gizli aşkının ve yasak sevişmelerinin sessiz ve ölümsüz tanığı olur. Leandros her gece biricik Hero’su uğruna, onları acımasızca ayıran denizi aşarak kuleye, Hero’nun yaktığı ateşe doğru yüzer. Yine böyle bir gecede aşkına kavuşmak için denizin kıyısına gelen Leandros, kopan fırtınaya ve azgın dalgalara aldırmadan, hayalinde Hero’sunun gül çehresi, atılır sulara. Ancak fırtına Hero'nun yaktığı sevda ateşinin fenerini söndürünce, karanlıkta yolunu kaybeden Leandros boğazın sularına gömülür. Sevgilisinin dalgalara kapılıp kaybolduğunu gören Hero da kendini Kızkulesi'nden boğazın sularına bırakır.


Hikâye bizim için burada biter. Aşk; kavuşulmadan yaşandığı için, içine hayat dediğimiz bu acayip oluşumun türlü badireleri girmediği için, ölümsüzleşir ve efsaneye dönüşür.
Bizim günümüzde yaşadığımız hikâyeler ise, aşk olanlarından bahsediyorum, hepimizce bizzat yaşandığı, tanık olunduğu için, malumumuz, fazlaca üzerinde durmaya değmez.
Ama işte; her gece sevdiceği uğruna boğazın karanlık sularını aşmayı göze alan Leandros’un ve onun arkasından hiç düşünmeden kendini sulara bırakan Hero’nun hatırasına Üsküdar’a gidip, Kız Kulesinde, o son sahne ve fırtına ve dalgalar gözümüzde canlandırılabilir. Yaşadığımız hayatta, gerçek ve koşulsuz sevgiden umudunu kesmiş herkese tavsiye edeceğim bu ziyareti yapıyorum tahmin ettiğiniz üzere. Ve iyi geliyor mis gibi iyot kokusuyla beraber yüzüme çarpan, belki de vakti zamanında bu hikâyeye tanıklık etmiş küçük damlalar. Neden olmasın ki, zira köprülerin altından çok sular aksa da, devr-i daim eden hep aynı damlalar.


Kış ortasında yaşadığımız zamansız ama çok güzel bahar günlerinden birinde geldim Üsküdar’a. O kadar güzel bir semt ki burası; ilk bakışta göze çarpmayan fakat dikkatli bir nazarla süzülünce insanı büyüleyen bir kadın gibi endamı kendinde saklı. Bir sürü hikâyesi ile gizemli, evliyaları, erenleri ve tekkeleriyle tevekküllü bir semt.
O’nun hikâyesi de 7. yy da bir Grek kolonisi tarafından Halkeon’un ( Kadıköy )liman bölgesi olarak kurulmasıyla başlamış. O zamanlar adı Hirisopolismiş; yani Altınşehir.
Tarih boyunca önemli bir yer olmuş ama nedense hep kenarda kalmış, merkez olarak değil ama merkezi tümleyen bir aracı gibi kullanılmış ve bu payeyi hep gururla taşımış.
Doğu ülkelerinden gelen elçiler önce Üsküdar’daki bir sarayda dinlenirler, bir süre sonra Pay-i Taht’a alınırlarmış mesela.
Hatta bir rivayete göre adı Farsça “ulak” anlamına gelen “Eskudari”ten türemiş.
Anadolu’da çıkan Celali Ayaklanmalarına karşı hazırlanan Osmanlı ordusu da Üsküdar’da toplanır, buradan ayaklanma bölgesine gidermiş.
Yedi tepede başı sıkışan Osmanlı kulları soluğu, uzun saltanat kayıklarının, gecelerin karanlığına saklanıp gizlice çekilen kürekleri eşliğinde Üsküdar’da alırmış. Oradan da ver elini Anadolu.
Cumhuriyet döneminde kısa bir zaman için ayrı bir vilayet payesini kazandıysa da tekrar ilçe olması fazla zaman almamış.
Sanki bundan dolayı gönlü alınsın diye camiler, medreseler, köşkler, yalılar, saraylar, çeşmeler ve sebillerle süslenmiş her daim.


Gerçekler ile aramın bozuk olduğu bir döneme rastladığından hikâyelerle süslediğim ve bu sebeple beklide tam hakkını veremediğim bu küçük gezi yazımı bir atasözünün kaynağını anlatarak noktalayacağım;
Vakti zamanında Battal Gazi askerleri ile Kızkulesi'ne baskın yapmış, kuleye saklanan hazineleri ve Üsküdar Tekfuru'nun kızını kaçırmış. Tekfurun kızını ve hazinelerini aldıktan sonra da Üsküdar'dan atına atlayıp oradan uzaklaşmış, yani anlayacağınız “atı alan Üsküdar’ı geçmiş”.

16 Şubat 2010 Salı

TOPHANE

Geçmişi Bizans’a dek uzanan Tophane semti yüzyıllar boyu hem ticari hem de askeri açılardan çok önemli bir semt olmuş. Bugün de zücaciye başta olmak üzere pek çok alanda bir ticaret merkezi olara piyasaya ve ekonomiye yön veren bir yer. Ha! Bir de nargilecileri var ki görülmeye ve denemeye değer…

OSMANLI’NIN İLK ÜRETİM ENDÜSTRİSİ; TOPHANE-İ AMİRHANE

Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” romanında İstanbul’u gelecek güzel günler için beklemeye çağıran bir şiir vardır, şehri, hüznü ve neşesiyle olduğu gibi anlatan çok güzel bir şiir. Şairin İstanbul’a; Tophane’nin karanlık sokaklarında koyun koyuna yatan çocuklarıyla beklemesini söylediği mısra, ne zaman Tophaneden geçsem dilime dolanır.

Bugün de buradayım. Pera’nın biçare Tarlabaşı semti hariç, çehresi yavaş yavaş değişen diğer semtleri gibi, bir yandan değişim vaat ederken bir yandan da yeni rant alanı gözüyle bakılan Tophane’de. İstanbul’da bazı semtlerin yüzyıllar boyu kaderi değişmez, hep aynı kalır. Nasıl ki Galata bir devrin gemicilerinin eğlence mekânı ve bugünde yine benzeri evlerin değişmez adresi olmuşsa, Tophane de Osmanlı İmparatorluğu’nun üretim endüstrisinin ilk başladığı yerdir ve halen de bir ticaret merkezi olarak varlığını sürdürmektedir.

Ben de gezime başlangıç noktası olarak Tophane-i Amirhane’yi seçiyorum. İsmi gibi görünümünün de gizemli bir çekiciliği olan bina, fetih sonrası Osmanlı Donanması’na top dökümleri yapmak için kurulan dökümhanelerden birisi. Semt de ismini buradan alıyor zaten. Sonradan tüm Avrupa kalelerini zorlayacak Ejderhan, Balyemez, Zorbozan gibi isimlerle anılan devasa toplar burada imal edilmiş. Yukarıda da bahsettiğim gibi Tophane-i Amirane yüzyıllar boyu üretime yönelik bir endüstri kuramayan imparatorluğun ilklerinden olmuş ama ne var ki savaş endüstrisinin. Bugün artık Mimar Sinan Üniversitesi’ne bağlı bir kültür ve sanat merkezi olarak faaliyetini sürdürüyor. Ve bence bu ona daha çok yakışıyor

TOPHANE KABADAYILARI

Semtlerin isimlerinden, kaderleri ne kadar etkilenir bilmiyorum. Bir dönem ordular için en mühim savaş malzemeleri üretilen bu mekânın bir diğer şöhretinin de kabadayıları olması, olsa olsa bir tesadüftür diye düşünüyorum. Tabi her tesadüfte bir gerçek payı olduğunu göz ardı etmeyerek.

Üstelik öyle bugünkü gibi sahte değil harbi kabadayılar; yedi cihana nam salmış, her daim fesleri yana yatık, ince beyaz göyneklerinin üzerine giydikleri yelekleriyle yaz kış yaka bağır açık dolanan, illaki boyunlarından muskayı ellerinden tespihlerini eksik etmeyen mahallelerinin namus ve şerefini kollayan ve buna mukabil saygı gören kişiler. Yani hadiseyi raconuna uygun icra eden insanlar.

Bir rivayete göre İstanbul’un işgali esnasında ele geçirilemeyen tek yer Tophane imiş. Geceleri burada harp halinin o ıssız sokaklarında İngilizlerin boğazını keserlermiş. Bugünkü Boğazkesen Caddesi adını buradan alırmış meğer. Eğer gerçekse bu yazdıklarım bu işi yapanlar olsa olsa o namlı kabadayıların torunlarıdır.

FATİH’İN GEMİLERİNİN KARADAKİ GÜZERGAHI

Tophane, silah; silah, kabadayı; kabadayı, Boğazkesen derken ucuca eklenen halkalar gibi zincir çekiyorum galiba, ama Boğazkesen deyince aklıma bir başka anekdot geliyor;

Şu anda ben, tam Boğazkesen caddesinin başında duruyorum. Yani Fatih’in gemileri karadan yürüttüğü güzergâhın üzerinde. KılıçAli Paşa Cami önlerinden karaya çıkartılan kadırgalar işte tam da bu cadde boyunca taşınmış. Gel de zamanda bir yolculuğa heveslenme şimdi. Böyle kocaman kocaman Kadırgalar, bir telaş bir heyecan, ortalık zaten toz duman, dev gibi leventler tarafından sağdan soldan yağan komutlarla vira vira çekiliyor, bende bir kenarda durmuş seyrediyorum, zamanın dışından bir misafir olarak... Kadırgalar önce Galatasaray’a derken İstiklal caddesine çıkıp, Asmalımescit ve Tepebaşı üzerinden Kasımpaşa’ya iniyor. Benim zincirimin son halkası da bu oluyor.

Caddeyi arkama alıp aşağıya doğru yürüyorum. Semtin en sevdiğim yerlerinden biri de Tophane Meydanındaki 273 senelik çeşme, Her gelişimde duruşuna, işlemelerine, güzelliğine hayran olurum, ama bir yandan da o bakımsız ve perişan hali bir hüzün verir bana. Nihayet restore edildi ve artık eski ihtişamına kavuştu.

NARGİLEM DUMAN DUMAN

Çeşmeyi biraz geçince nargileciler başlıyor. Eskiden Salı Pazarı olarak anılan Amerikan Pazarındaki dükkânlar, eski köprünün yanmasından sonra birer birer oraya taşınan çayevleri ile şenlenerek bugünkü nargile bahçeleri halini aldı. Köprü kadar olmasa da kendilerine has bir demleri var hala. Hele baharda yahut sıcak yaz günlerinde yana yakıla serin bir gölge aradığımızda. Envai çeşit nargilesi ve dahi müdavimi var buranın. Boy boy nargileler, içinde kullanılan malzemeye ve aromasına göre hafif yahut ağır tercih edilebiliyor. Havanın inceden ayaza kesmiş olasına rağmen hala dışarıda olan masalarda tek tük insanlar nargile keyfi yapıyor. Aralarından geçerken burnuma çarpan kekremsi kokuları ve mangallarından tüten dumanlarıyla başımı döndürüyorlar. Gözüme kestirdiğim bir masaya ilişiyorum. Bu defa portakallı bir tane deneyeceğim. Şayet olur da denerseniz benden tavsiye yanına bir de elma çayı gibi hafif, sıcak bir içecek söyleyin, nargilenin ağızda bıraktığı hafif kuruluğa birebir geliyor.

GÜN BİTERKEN

Tophane’nin gün içindeki yoğunluğu nasıl kendine has güzelse gecesi de bir başka oluyor. Akşama doğru dolunay, etrafında haresi ve bütün cazibesiyle, Tophane’nin karanlık sokaklarındaki eski binaların sırtından yükseliyor. Gündüzün yorgunluğu yerini aheste revan akşamın rehavetine bırakıyor. Ve Tophane kendini bir sonraki iş gününe hazırlamak için dinlenmeye çekiliyor…

15 Şubat 2010 Pazartesi

POLONEZKÖY

Bir varmış, bir yokmuş…


Hayat gibi hüzün de, neşe de, acı da, sevinç de, bir varmış… bir yokmuş…
Bir sonbahar olurmuş, derken ardından kış… Sonra vakit gelir, cemreler başlarmış düşmeye bir bir ve işte mis gibi bir bahar… Yeniden doğmak, arınmak ve tazelenmek için, üzerimizdeki olanca ağırlığını hayatın, bir çırpıda silkeleyip atmak için…
Her bitişimizde yeniden, yeniden ve yeniden başlamak için…
Hoş geldin bahar…
….

İstanbul’un vurula kırıla, ezile döküle örselenen ama içerlerinde bir yerlerde, hala, her şeye rağmen baki kalan güzelliğini perdeleyen keşmekeşinden kaçıyorum bu hafta sonu. İstikamet Polonezköy… Yol boyunca, böyle çılgın ve hızlı metropol hayatı yaşamaktan en nihayetinde kendini kaybetmiş ve bu kayıp ruhu otobanda bulmaya ahdetmiş gibi anormal davranışlar içerisinde araba süren insanlarla beraber seyrediyoruz trafikte. Onları tek tek çaktırmadan sollayarak geride bırakıp, nihayet şehrin dış kapılarından birinden doğaya çıkıyorum. Buradan sonra iki yanı yemyeşil ağaçlar, küçük dereler, piknik yapan insanlar ile çevrili, uzun ince kıvrımlı yol boyunca keyifle ilerliyorum baharın içlerine doğru.

Etrafta bir huzur sessizliği.

Tekerleklerin hafif bozuk asfalt yolu kavramak için çıkardığı çıtırtılar ve daldan dala şakıyan kuş cıvıltıları duyduğum tek ses. Mümkün olduğunca telaşsız sürdüğüm arabanın açık pencerelerinden içeri ılık bir esintiyle beraber bin bir çeşit çiçeğin aromasından mürekkep mis gibi kokular giriyor. İyice gevşeyip rahatlıyorum.
Bahar ne güzel şey be kardeşim.


Polonezköy girişinde etraf biraz kalabalıklaşsa da hemen hemen gelen herkes aynı amaçla, yani doğaya yakın olmak burada bulunduğundan, civardaki hareketlilik huzur kaçırmıyor. Tam aksine; baharın en güzel renklerine bürünmüş çocuklar, onların neşelerine ortak olan anneler, hala biraz kendini kassalar da ortamdaki ferahlığa uyum sağlamaya çalışan babalar, arabaların camlarından dillerini ve kulaklarını beş karış sarkıtmış hevesli ve heyecanlı köpekler, ara yollarda kiralanmayı bekleyen geçkin atlar ve onların bakıcıları, tekmili birden seyirlik bir tablo oluşturuyor.

Polonezköy benzerini yabancı dizi ve filmlerde gördüğümüz şirin, derli toplu, temiz, özenli ve düzenli köyler gibi aynı, hatta gerçek olduğundan belki de, daha da güzel. Doğanın içinde onu bozmadan, tuğlaları üst üste yığmadan, damlarda inşaat demirleri bırakmadan, pencerelerden çamaşırlar sarkıtmadan da yaşanılabilir bir mekân yaratılabilineceğinin canlı bir kanıtı.

Köyün kuruluşu çok eski yıllara uzanıyor;
1842 yılı Ocak ayında Prens Çartoriski, Lazarist rahiplerine, İstanbul yakınlarındaki arazilerinde bir Polonya Kolonisi kurulmasını teklif eden bir mektup yazar. Rahipler teklifi kabul eder ve Prens Çartoriski, bu toprakların bir kısmını sonsuza kadar kiralayarak Osmanlı topraklarında bir Polonya tarım kolonisinin başlangıcını oluşturmuş olur. Böylece 19 Mart 1842'de koloniye dini bir törenle "Adampol" adı verilir. Bu ad, kurucu Adam Çartoriskinin adıyla Polonya'nın ilk hecesinin birleştirilmesinden oluşmuştur. Türkler ise Polonyalıların yerleştiği bu köye, Adamköy, Polonez karyesi ve son olarak, Polonezköy adını verir.
Polonezköy internet sitesinden aktardığım bu bilgiler, bu toprakların bir zamanlar İstanbul'a gelen çingenelerin konakladığı, Alemdağı'nın eteklerinde "büyülü çingene toprakları “olarak anıldığını da söylüyor. O zamanlar arazi, vahşi çalı ve dikenlerle kaplı, verimsiz ve kuru bir toprak parçası görünümündeymiş. Ama ormana yakın olması ve ortasından da bir un değirmenini çalıştırabilecek iki dağ deresinin geçmesi yerleşimi elverişli hale getirmiş.

Tarihinin ve kuruluşunun ilginç hikâyeleri bir yana, burası; günü birlik kaçışlar, hafta sonu kalışları yahut top yekûn terk edişler için bulunmaz bir mekân. Hatta şu an, baharın güzelliği ve içimdeki huzur duygusuyla bana en ideal geleni şu top yekûn kaçma hali. Hani hemen her İstanbullunun aklının bir köşesinde daima baki kalan bir hoş seda vardır ya, İstanbul’u terk etmek... Ve daha huzurlu, sakin, yeşil bir yerlerde yaşamak. Ama işte bir yanımızdan tutar ya hep bir şeyler, gidemeyiz. Belki de Polonezköy o bizi tutan ve öldür Allah bırakmayan şeylere ( yakınlarımız, İstanbul’un sevdiğimiz halleri vs.) karşı ideal bir alternatif olabilir pekâlâ…
Bu konuyu bilahare enine boyuna düşünmek üzere aklımın bir köşesine güzelce koyup, baharın ve köyün tadını çıkarmaya devam ediyorum. Her yerden neşeli insan sesleri, mis gibi mangal kokuları geliyor. Ben de kendime bir mangal sefası vermek üzere kır gazinolarından birine doğru seğirtiyorum. Akşam olmasın, ben hep burada kalayım hele bahar mümkünse hiç bitmesin istiyorum. Olmuyor… Ama o gün, ben, bir akıncı, çocuklar gibi şen vakit geçiriyorum. Bunu da -artı bir- daha olarak amel defterime işliyorum.

Hayat bir heves çıkılan bir yolculuk gibi, dönüş vaktine doğru insanı keyifsiz kılan. Asıl mevzu gidilmiş olan yerde, geçirilmiş olan zamanın hakkını verebilmek sadece, hepsi bu…

BİR İSTANBUL HAZİNESİ...RUMELİ HİSARI



“Vapurlar değil, Boğaz'dan geçen;

Boğaz'dan yalılar geçiyor,

Toplamış bulardan eteklerini...

Dairesine çekilen bir saraylı gibi

Yalılar gelmeyen âlemlerine gidiyor

Bırakıp bu sessiz gecelerini.”



Özdemir Asaf’ın “Boğaz Gezintisi” adlı şiirinin küçük bir mısrası bu. Sönük sahilleri bekleyen baş başa kalmış iki hisardan bahsederek, anlatmaya devam ediyor üstat debdebeli yaşanmış bir dönemi, boğazı ve yalıları. Anlatırken duygulanıyor o eski günlerden geride kalanlara baktıkça. İhtimal ki, şöyle sonbaharın kışa dönmeden evvelki son günlerden birinde, belki biraz rüzgârlı biraz bulutlu bir günde, kıyı boyunca yaptığı bir gezinti sonrasında içine dolan efkârın ilhamıyla yazılmış bir şiir bu. Üzerinde belki ince bir pardösü vardı eteklerini rüzgârla oynamaya bıraktığı.



Şiiri tekrar okuduğumda, ben de heveslendim boğaza, düşündüm önce biraz ve en sevdiğim yerine geldim; Rumeli Hisarına.



Otobüs, mevsimin şehrime getirdiği yağmur, çamur ve kargaşadan mürekkep kasveti, sıkış tıkış semtleri ve asık suratlı canı burnunda insanları bir bir geride bırakarak hisarüstüne geldi. İnip dosdoğru tepedeki parkın en uç kısmına yürüyünce boğaz bütün ihtişamı ve kelimenin tam anlamıyla ayaklarımın altına serildi.

Böyle bir güzellik var mıydı acaba bir yerde daha?

Kuşbakışı görünen köprü manzarasındaki trafiği seyre daldım bir süre. Arabalar vızır vızır gelip gidiyordu, etrafımdaki inanılmaz sükûnet ve dinginliğe tezat. Bir an için, birazdan aralarına katılacağımı unutup, şaşırdım nedir bu telaş diye. Birden çok basit göründü her şey gözüme. Neydi bu adına hayat dediğimiz beyhude hengâme Allah aşkına? Aslında biz öyle hiçbir şey yapmadan dursak da, O kendiliğinden akıp gidecek gibi duruyordu zaten.

Burçlarını bir ejderha sırtı gibi sere serpe tepeye yaymış arz-ı endam eden Hisarın heybetli manzarasına takıldı sonra gözlerim. Hisarın inşa ediliş hikâyesini merak ettim sanki bu şehre ilk defa gelmiş bir turist gibi. Zira ben de birçok İstanbullu gibi kentin muhteşem tarih ve kültür hazinesinden bi haber yaşıyordum bu zamana dek.

İstanbul’un ucu uzak geçmişe dayanan diğer pek çok semti gibi buranın da söylencesi pek bol.

Bunlardan bir tanesi; İstanbul kuşatmasından bir yıl önce Fatih Sultan Mehmed, Boğaziçi kıyılarında bir keşif yaptırmış. İki kıtaya hükmetmek için, boğazın iki tarafının da güven altında tutulması gerektiğinden, deniz üzerindeki en dar yeri tespit ettirdikten sonra, hisarın yapılacağı yeri bizzat işaret etmiş ve hassa mimarlarıyla birlikte yapının ana plânlarını hazırlamış. Bizans imparatoru Konstantin Dragazes, Fatih’in kararını öğrenince, en zeki ve ikna kabiliyeti yüksek elçilerini Fatih’e göndermiş. Bizans elçileri uzun uzun dil dökerek ve pek çok sebep sayarak, bu hisarın yapılmasına gerek olmadığını Sultana kabul ettirip, onu kararından caydırmaya çalışmışlar. Fakat Fatih’in cevabı kesin olmuş; “benim kılıcımın hükmettiği yere sizin imparatorluğunuzun hayalleri bile ulaşamaz”.

Diğer bir ilginç hikâye ise şu;
Fatih, İstanbul'u almayı aklına koymuştur. Öncelikle Yıldırım Bayezîd'in yaptırdığı Anadolu Hisarının karşına Rumeli Hisarını yaptıracaktır. Bizans İmparatoru Konstantin’den bir av köşkü yapmak için toprak ister. İmparator dalga geçercesine bu av köşkünün bir dana derisi kadar yer kaplamasını ve bu kadar toprak vereceğini söyler. Bunun üzerine II. Mehmet, hemen bir dana kestirip derisini yüzdürür ve deriden iplik yaptırır. Rumeli Hisarının yapılacağı alanı bu iple çevirir. İmparator inşaata bakmaya geldiğinde şaşırır. Çünkü inşaat arazisi değil bir dana derisi, yüzlerce dana derisini içine alacak kadar büyüktür. Durumu Fatih'e bildirdiğinde Fatih dana derisinden yaptırdığı ipi gösterir ve şöyle der: "Ben bu ipi dana derisinden eğirttim. Bir fazlası varsa yıkalım." İmparator da yanındakiler de çaresiz susar ve hisarın yapımına izin verirler.

15 Nisan 1452 günü inşaatına başlanan hisarın yapımı 139 gün gibi kısa bir sürede tamamlanmış. Rumeli Hisarı uzaktan bakıldığında Fatihin imzasına benzer. Yapımında bizzat çalışan Fatih, elbette topografyanın el verdiği ölçüde Boğaz'ın kıyısına taşlarla adını yazmayı düşünmüş. Boğazdan bakılınca Kufi yazı ile isminin baş harfini görebilirsiniz.

….

Tepede huzur içinde keyif yaptığım çimenlikten istemeyerek ayrılıp, uzun uzun seyrettiğim hisara ve denize daha yakın olmak için bulduğum, gördüğüm her yola sapıp, her çıkmaza girerek, kıyıya doğru inmeye başladım. Uzunca bir zamanımı iki yanı küçüklü büyüklü bahçeli evler, tarihi çeşmeler, ahşap konaklar gibi görülmeye değer güzellikler ile sıralanmış sürprizli yollarda kaybola kaybola dolaşarak geçirdikten sonra, nihayet yol ile beraber kıvrıla büküle sahile inip Hisarın müzesine girdim. Müzede sergi salonu veya depo yok, toplar, gülleler ve Halici kapattığı söylenen zincirin bir parçasından oluşan eserler, bahçede teşhir ediliyor. Çarşamba hariç 09.30–16.30 saatlerinde ziyarete açık olan müzeden çıkınca genzime dolan iyot kokusunun davetine icabet ederek denizin kıyısına geldim.

Boğazın derin, sakin ve lacivert sularının üzerinden bir karabatak, kayar gibi kanat çırpıyordu denize değmeden. Kaybolup gidene dek baktım ardından, bu büyüleyici harekete. Boğazın derin, sakin ve lacivert sularının üzerinden bir karabatak, kayar gibi kanat çırpıyordu denize değmeden. Hızlandırdım ben de adımlarımı ama nafile karabatak galip geldi kendime , derken daldı gitti zaten kim bilir nereye ?

Aklımda şiirin dizeleri kıyı boyunca yürümeye devam ederken, gözümde canlandırmaya çalıştım, eski saltanat günlerinin yalılarla bezeli kıyılarını. Benim pardösüm yoktu sadece, ama onun yerine boynuma doladığım atkımın uçlarını bıraktım rüzgârla oynamaya.

Her şeyin bir yeri, her yerin bir zamanı varsa bile, buranın yoktu işte, herhangi bir gün, herhangi bir zamanda gelip bu ölümsüz güzelliği seyredebilirsiniz siz de. Ve benim gibi böyle hafifleyip kuş gibi dönersiniz evinize.